Zulüm
Rodin sergisine gitmek fikri nereden aklıma düştü bilmiyorum; o günlerde bilcümle matbuatımız bu sergiden bahsediyor ve âdeta, "gidip görmeyene yazıklar olsun" meâlinde yorumlarla oralara kadar yolu düşmüşken sergiyi gezmeyenlere, "ben de adam mıyım yahu" neviinden bir suçluluk hissi telkin ediyorlardı.
Tesadüfe bakınız ki sergi açılışının üçüncü günü yolum İstanbul'a denk düşmüştü. Uçaktan inince hemen karşıda bizim gazeteye uğrayıp, bana mihmandarlık ve yoldaşlık edebilecek arkadaş temini için kulis faaliyetlerine giriştim. İsmini vermeyeceğim bir editör arkadaşım, sırf nezaketinden ve bana karşı duyduğu sevgi eseriyle, "Rodin ayağımıza kadar gelir de gidilmez mi hocam; size zevkle refakat ederim" deyince meselenin yarısı çözülmüştü; diğer yarısı ise bir otomobil ile onu sürecek kişiydi. Neticede editör arkadaşımla kafa kafaya vererek, her ihtimale karşı sürücü arkadaşa tam olarak nereye gideceğimizi söylememeye karar verdik. Genç ve yakışıklı sürücü refikimizin, "Boğaz'a gidelim" sözünü duyunca yüzünde belirgin bir hoşnutluk hissi belirdi ama başına neler geleceğini garibim henüz bilmiyordu!
Öğle sularıydı, gazete yemekhanesindeki karavanayı beklemeden yola atıldık; yemek bekleyebilirdi ama Rodin bekletilemezdi; ben içimden gizlice, "sergide nasıl olsa bir köşede kokoreççi, köfteci vesaire vardır, atıştırırız ayaküstü bir şeyler" diye hesaplıyordum, yanılmışım.
Emirgân'a yaklaştığımızda sürücü arkadaşa, "Atlıköşk'e gidiyoruz" dediğimde, Atlıköşk'te oturanların akrabam olduğu kanaatine kapıldığını zannediyorum; bu yüzden bizi o yoğun trafikte köşk önünde indirdikten sonra bir koşu arabayı park edecek yer bulup birkaç dakikada yanımızda bitiverdi ama kapıdaki Rodin Sergisi afişini görünce başına gelecekleri anlayıp aksilenmeye başladı,
-Hocam, hemen bu yakınlarda bir asker arkadaşımın evi var; siz sergiyi gezerken ben şuracıktan gidip ziyaret etsem; telefon ettiğinizde gelir sizi alırım!
Bana kalsa hava hoştu ama editör arkadaşım çocuğa nasıl bir nazarla baktıysa, "Ben de Rodin'i çok severim zaten; gelmişken görüvereyim bari" diyerek kaderine razı oldu.
Biletlerimizi alıp güvenlik kontrolünden geçtikten sonra farklı duygularla sergi mekânına giden Boğaz manzaralı merdivenlerden ağır ağır tırmanmaya başladık.
Sergi girişindeki yazılı panoları okumadan geçmek ayıp olurdu; bu faaliyet esnasında editör arkadaşım, ön bilgi mahiyetindeki yazılarda imlâ hatalarını işaret edecek kadar konuya kendisini iyice kaptırmıştı; sürücümüz ise birkaç adım gerimizde duruyor ve yazılardan ziyade bizi kontrol ediyor gibi bir duruş sergiliyordu.
Ve nihayet üstadın üç boyutlu eserleriyle yüz yüzeydik. Ben, Batı sanatından iyi anlayan biri edâsıyla editör arkadaşıma birtakım lüzumsuz ve doğru olup olmadığını hâlâ kestiremediğim mâlumatlar verirken sürücümüz terbiyeli bir edâ ile bizi takib ediyor ve belki de içinden "anlat anlat; heyecanlı oluyor" diye dalgasını geçiyordu. Diyordum ki:
"Heykel üç boyutlu bir sanat eseri olduğu için onu 360 derece etrafında dolanarak seyretmek lazımdır. Nitekim bakınız şu üryan hatun heykelinin etrafını gezsinler diye ortalık yere koymuşlar; binaenaleyh buyrunuz biz de etrafında bir tur atalım."
Ara sıra, "vay canına, gâvur da yapıyor bilader" diye takdir cümleleri sarf ediyordum; editör arkadaşım ise, "hakikaten öyle valla hocam" diyordu, "biz bu heriflerle en iyisi harbetmeyelim; çünkü asla yenemeyiz; sanata bak sanata" yollu tasdiklerde bulunuyordu.
Tam da "sanata bak sanata" cümlesini söylerken elini çıplak hanım heykelinin omuz nahiyesine koyup, heykelin aslında hangi maddeden yapılmış olduğunu anlamaya çalışırken nerden çıktığını kestiremediğimiz mikrofonik bir ses salonu dolduruverdi,
-Değerli ziyaretçilerimiz, sergilenen eserlere lütfen dokunmayınız; ayıp oluyor!
Editör arkadaş çok suçlanmıştı, bana doğru mahcub bir bakışla,
-Toz olmuştu da tozunu alıyordum sadece, vallahi başka bir niyetle değil, kem-küm... yollu şeyler mırıldandığını duydum ve onu daha fazla utanç içinde bırakmamak için,
-Haklısın dostum, diyerek heykelin o noktasında sanki hakikaten toz varmış gibi eğilip üfledim. O esnada etrafımızda bitiveren genç irisi birkaç güvenlik görevlisine de, böylece jestimizin sadece temizlik maksadına mâtuf olduğunu imâ etmiş olduk.
Aaa, dönüp bir de görelim: Bizim sürücü arkadaş yok; resmen kayıp.
-Aman bu çocuk serginin bitmez labirentlerinden birine dalıp kaybolmuş olmasın, aman sağı solu kolaçan edelim, dedikse de birkaç saat sonra sergiyi bitirip çıkış kapısına doğru yönelene kadar kendisini göremedik.
-Yahu neredesin; bak biz ne güzel eserler gördük?
-Ah hocam, dedi sürücümüz, eserin birine dalıp gitmişim; bizim memlekette bir Nalbant Hüsnü Emmi vardı, bir baktım aynen o. Yahu bizim Hüsnü Emmi hangi tarihte Fransalara gidip de heykelini yaptırıverdi diye düşünürken dalıp gitmişim; sizi bulamam diye korktuğum için çıkışta bekledim, iyi etmiş miyim?
Boğaz manzaralı merdivenlerden inerken arkadaşlarıma "Sivas Sivas olalı böyle zulüm görmemiştir arkadaşlar" fıkrasını anlattım. Biraz mahcup, biraz memnun,
-Valla aynen öyle hocam" dediler.