Vecize
Dünyanın en büyük bayrağı kime ait? Bildiniz; bize ait. Peki, dünyanın en küçük bayrağını kim yaptı? Onu da biz yaptık; geçenlerde haberlere konu oldu; nano teknoloji (yani mikroskobik denecek ölçüde çok küçük cisimleri tasarlayabilen ve imal edebilen sanayi dalı; moleküler üretim de deniliyormuş) konusunda uzmanlaşan bir üniversitemiz, dünyanın en küçük bayrağını yaparak başbakana hediye etti (Dünyanın en ortanca bayrağını kim yaptı peki?). Elbette yeni bir teknoloji uygulamasına dikkat çekmek güzel bir yol ama küçük bir kusuru var bu usûlün: Kendisine dünyanın en küçük Türk bayrağı hediye edilen başbakanın bu bayrağı asla göremeyecek olması biraz işin tadını kaçırıyor ama farketmez; rekor rekordur. Çünkü bayrağın boyutu, bir saç kılının üçyüzde biri civarında imiş!
Başbakan da evine bir elektron mikroskobu alsın efendim; lâzım olur. Bakarsınız bu teknoloji ülkemizde yaygınlaşır; ana muhalefet lideri, başbakana nano teknolojiyle kaleme alınmış mektup gönderirse mesela, koyarsın mektubu cımbızla elektron mikroskobunun altına, şakır şakır okursun.
İftihar ettik tabii; nanoteknoloji dalga geçilecek bir teknoloji değil; özellikle insan sağlığı, cerrahi alanında aklımıza gelmeyecek kolaylıklar sağlayacağından bahsediliyor; inşallah bizimkiler de nanoteknolojide uzmanlaşarak güzel ve faydalı şeyler üretirler ama insan yine de merak etmeden duramıyor; şimdi bu nano teknoloji zengin şirketlerin ve enstitülerin tekelinden kurtulsa da, iyice bir demokratikleştikten sonra bizim sanayi çarşılarımıza düşecek kadar ucuzlasa biz bu teknolojiyle neler yaparız?
Bu konuda düşünmeyi sizlere devredip çok daha neşeli bir mevzuya geçmek istiyorum. Haber bizim gazetede yayınlandı bir süre önce (27 Nisan, Alper Sancar'ın haberi); okuyunca sandalyeden düşmemek için ne kadar gayret sarf ettiğimi bilemezsiniz.
Anadolu Ajansı'nın eski genel müdürlerinden Ergin Karaismailoğlu, "Sivri Kayalar Üzerinde Çıplak Ayakla Dolaşmak" adını verdiği hatıralarında önemli bir açıklamada bulunmuş. Ajansın, başta giriş olmak üzere hemen her yerinde bol miktarda tekrarlanan (merak edip ajansın internet sitesine baktım az önce, ana sayfanın en üstünde hâlâ duruyor) ve altında Atatürk'ün imzasını taşıyan, "Anadolu Ajansı Türkiye'nin sesini dünyaya duyuracaktır" vecizesinin nerede, hangi tarihte, hangi sebeple söylendiğini merak eden Karaismailoğlu başlamış araştırmaya. Arşivler, kitaplar, kuruluş kanunu, yönetmelikler, tarihi kayıtlar derken işin içinden çıkamamış. Anadolu Ajansı ki, Cumhuriyet'ten bile kıdemli bir müessese; 6 Nisan 1920'de kurulmuş. O günlerde çiçeği burnunda Ankara Hükûmeti'nin sesi, kulağı hükmünde bir kuruluş. Mustafa Kemal Paşa'nın direktifiyle kurulan müessese hakkında bizzat Paşa'nın bir şeyler söylememesi mümkün değil. Nitekim M. Kemal Paşa ajansla ilgili bir tamim neşretmiş fakat tamim metninde öyle bir ifade yok!
"E, kim söyledi bu vecizeyi o zaman" diye düşünürken neticede "bilse bilse o bilir" diyerek eski genel müdürlerden Atilla Onuk'a sormuş.
"Hiç zorlanmadan itiraf etti" diye geçiyor haberde. Atilla Onuk böyle bir şeye niçin gerek duyulduğunu da şöyle anlatmış:
"Bir 10 Kasım öncesiydi. Zamanın genel müdür yardımcısı Turgay Üçöz, Yönetim Kurulu Başkanı Mithat Perin ve ben oturmuş, konuşuyorduk. 10 Kasım'da bir etkinlik yapma kararı aldık. Giriş kapısının solunda bir Atatürk köşesi yapacak ve 10 Kasım'da açacaktık. Derhal çalışmalara başlanıldı. Kısa bir süre sonra çalışmaları görmem için beni aşağı çağırdılar. Güzel bir köşe olmuştu ve güzel de bir büst yerleştirilmişti. Ancak arkadaşlar, Atatürk'ün ajansla ilişkisini ifade edebilecek bir söz veya slogan aradıklarını; fakat bulamadıklarını söylediler. O an aklıma birdenbire şimdi kullanılan slogan geldi: 'Anadolu Ajansı Türkiye'nin sesini dünyaya duyuracaktır-Kemal Atatürk' yazın ve büstün altına koyun.' dedim. Ertesi gün geldiğimde meşhur slogan pirinç harflerle büstün altında gösterişli bir şekilde duruyordu. Ondan sonra da bu yakıştırma gerçekten tuttu ve bugüne kadar geldi."
Bu samimi açıklamadan sonra Atatürk'e atfedilen ve gerekli-gereksiz yerlerde duvarlara, takvimlere nakşedilen onca vecizenin sağlık ve selameti hakkında esasen var olan şüphelerim daha da artmış bulunuyor. Meselâ ilimiz Şoförler Cemiyeti'nin cephe duvarına demir harflerle çakılan, "Türk şoförü en asil duygunun insanıdır" sözünün altındaki Atatürk imzasıyla vecize arasında bir sadâkat olup olmadığından iyice pirelenmeye başlamış bulunuyorum. Belki de doğrudur ama şoförlük mesleğiyle "asil duygu" arasında nasıl bir bağlantı olduğu hakkında gerek Şoförler Cemiyeti'nin, gerekse Atatürkçü kuruluşların ve tarihçilerin bizleri aydınlatmasını beklemek en tabii hakkımızdır diye düşünüyordum; kezâ, "Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim" diye başlayan vecizenin de mantık selâmeti ve fiili realite bakımından esaslı bir tarih tenkidinden geçirildikten sonra esasen kime ait olduğu açıklığa kavuşturulsa yeridir; çünkü branşları gereği çevik olmayan pek çok sporcunun (halterciler, ağır sıklet güreşçileri, gülleciler vb.) bu vecize kapsamı dışında kaldıkları için üzüldüklerini sanıyorum.
Zekâ ve ahlâki meziyet bakımından ise vecizenin sporcularımızda herhangi bir komplekse yol açmayacağını iftiharla belirtebiliriz yeri gelmişken.