Tencere dibin kara
Meseleye bir nevi güzellik yarışması gibi bakabiliriz; bir tarafta bütün moda ajanslarının itibar ettiği kusursuz ölçülere ve ebedi güzellik kriterlerine sahip "top modeller" tavuskuşu gibi salınırken beri tarafta feleğin kendilerine aynı derecede lütufkâr davranmadığı, tarla, ev, büro işleriyle örselenmiş, gencecik bir ömre oniki civarında doğum sığdırmak gibi ağır meşakkatlerin yüküyle beli iki büklüm olmuş, teni pörsümüş, kendine bakmaya bir türlü fırsat bulamamış sıradan hanımlar vardır.
Son grupta ise, "bütün kadınlar güzeldir ama bazıları bizim firmanın kozmetik ürünlerini kullanmadıkları için henüz ne kadar güzel olduklarını fark ettiremiyorlar" sloganı ile avlanmayı ve tavlanmayı bekleyen hanımlar yer alır. Kabaca her üç kategorinin bir nevi "sınıf bilinci"ne erişerek siyasi bir vaziyet almalarını kabaca "milliyetçilik"e benzetebiliriz. Toparlayalım; bir- anadan doğma güzeller (veya güzelliğin ne olduğunu tarif hakkına sahip olanlar), iki- "biz de güzeliz aslında ama süslenip püslenmeye vaktimiz mi var şekerim" diye düşünenler ve üç- ilk iki kategoriye mensup olanların evini temizleyen, bulaşığını, çamaşırını yıkayan, yemeğini pişiren hizmet erbâbı ki onlar, sınıf atlamadıkça güzel sayılamayacaklarını insiyakleriyle bilir ve hissederler.
Biz Türkler, milliyetçilik algılamasında galiba ikinci kategoride yer alıyoruz. Hemen belirtmeliyim ki böyle benzetmeye dayanan tasnifler hem tehlikeli, hem de yanlıştır. Tehlikelidir çünkü ego denilen şey fazla kurcalanmaya gelmez; gereğinden fazla okşarsanız zıvanadan çıkar, aldırış etmezseniz günün birinde rahatsız eder ve benliği bir başka kimliğe bürünmeye zorlar. Yanlıştır, çünkü dünya bir güzellik salonu değildir ve güzellik fikrine fazlaca iltifat ederseniz neticede ya budala ya da karikatür durumuna düşmekten kurtulamazsınız.
Ne var ki insanlar ve toplumlar bir yerde kendileriyle barışık olmak zorunda. Ömür boyunca taşımak zorunda olduğumuz bir yüzümüz, bedenimiz, korkularımız, heyecanlarımız ve kabiliyetlerimiz var ki onları pek az değiştirebiliriz. Hal böyleyken birilerinin çıkıp "ben senden daha güzelim" diye tafralanması, iç barışıklığı tehlikeye uğratıyor.
Milliyetçiliğin en sevimli yorumu, "bizim sizden neyimiz eksik be!" anafikrine yaslanmış olanıdır ki, yirminci yüzyılın siyasi literatürüne kısaca "Üçüncü Dünyacılık" olarak geçmişti. Batılı, beyaz derili, üretken, bilgili ve teknik maharete sahip insanların günün birinde batılı olmayan hemcinslerini, "bunlar biraz insana benziyor da ruhları da var mıdır acep?" şeklinde yadırgamaya başlamaları, yadırgananlar arasında, "bizim sizden neyimiz eksik be; vaktiyle siz lâzımlıklarınızı pencereden sokağa boca ederken biz mis gibi hamamlarda gıcır gıcır yıkanıp paklanıyor ve üstelik o günlerde topunuzu birden döve döve serseme çeviriyorduk" böbürlenmelerine yol açtı. Ne var ki "maksud bir amma rivayet muhtelif" denilmiştir; vakta ki içimizden birileri çıkıp da "bir dakika, adamlar haklı kardeşim; boşu boşuna efelenip duracağımıza onlar gibi güçlü, kibar ve üretken olmanın yoluna bakalım" deyince kantarda topuzun kırılacağı mukadderdi. Bunun üzerine yine içimizden bazıları meseleyi kestirmeden ve kökten halletmek için harekete geçtiler ve "komplekse kapılmaya gerek yok arkadaşlar, bu batılılar aslında vaktiyle bizim asil soyumuza mensup bulundukları halde sonradan öz benliğini kaybetmiş uzak kuzenlerimizdir" fehvâsıyla müşterek atalarımızın sicilini araştırmaya koyuldular. Zemin zaten kaygan olduğu için sürtünmeyi azaltan efsanevi deliller kullanmakta mahzur yoktu nasılsa!
İşte "Troia" filminin verdiği ara gazıyla milattan önce bilmem kaçıncı asırda yaşamış Anadolu halklarıyla sıhriyetimizi yeniden keşfetmemizin hikâyesi böyle özetlenebilir. Bugünlerde necip Türk matbuatında, "Bugünkü Türkler Troya kanı taşır" neviinden abuklukların yeniden görülmeye başlaması sebepsiz değildir. Aslına bakarsanız, "Öyle ya canım, bu Hititler hepten göğe çekilip tufana gark olmadılar ya? Truvalılar, İyonyalılar, kıyılarını beyaz köpüklerin öptüğü güzelim Pamfilya sahillerinde yaşayan o güzel insanlar bugün neredeler? Elbette biz de onların uzak torunları olsak gerektir" yâveleri yeni sayılmaz: Halikarnaslı tarihçi Herodot'un -maddi planını bilmeliyiz ama- mânevi torunlarından birkaç yazar vaktiyle, "Dünya beş kıtadan ibaret değildir; altıncısı da Akdeniz kıtasıdır ve bu sahillerin etrafındaki ahali, vaktiyle hemcinsleri devenin çene kemiği ile birbirlerini sakatlarken biz Akdenizliler mis gibi buğday ekmeğini, içine kekik attığımız rafine zeytinyağına banıp, üstüne Akdeniz üzümlerinin baygın rayhâsını damıtan can-fezâ şaraplar şurbetmekte idik" deyû "fakir fakat asîl" köprüaltı çocuğu hâletlerine bürünmüşlerdi.
Mevzu yine dağıldı gitti; işin en doğrusu dünyayı bir güzellik müzayedesi salonuna çevirmemektir zira neticede güzellik salonu, tez vakitte salhâneye dönüşüveriyor ve acısını hep beraber çekiyoruz.
Doğrusu şudur: Hepimiz aynı derecede güzeliz, asiliz, yakışıklıyız, üretkeniz; çirkiniz, gudûbetiz, tembeliz. İnsanlığın uzun hikâyesi, aslında şu kısacık Türk deyişinde yatmaktadır:
"Tencere dibin kara; seninki benimkinden kara!"