Sur
Geçen cumartesi gecesi milli takımımız İsviçre karşısında tel tel dökülürken, bizim binlerce kilometre uzaktan Bern şehrindeki stada nasıl manyetik rezonans dalgaları, yoğunlaştırılmış enerji şimşekleri ve sinerjik bombardımanlar gönderdiğimizi herhalde tahmin edersiniz.
Peşin söyleyim, ben öyle uğura, fala, şansa, burca, yıldıza ve emsâli şeylere inanan, bâtıl itikadlara pabuç bırakan cinsinden biri değilimdir. Çocukluk yıllarında rahmetli anacığımın ve halacığımın, "bu çocuğa göz değer" endişesi ile çaktırmadan ceketimin koltuk astarına firkete ile nazarlık iliştirmelerini fark etmiş, sırf onların gönlü hoş olsun diye görmezden gelmiştim; ben tâ o zamanlardan beri bu gibi konularda son derece sert, kararlı ve bükülmez biriyimdir!
Bir konu hariç ama...
Maç seyrederken fena halde "sur" tutarım. Sur tutmak, zannederim sadece bizim buralarda bilinen ve kullanılan bir tâbirdir; kısaca kendi irâde ve gücümüzle etkilememize imkân olmayan hallerde bir nevi büyü yapma teşebbüsüne girişerek özel hareketler, kelimeler ve şekillere bel bağlamak anlamına gelir. Meselâ maça başlarken işlerin iyi gitmesini temenni sadedinde iki ayağa eşit miktarda ağırlık uygulanarak yere iki ayakla dengeli basmak kesinlikle şarttır. Tuttuğunuz takım atak halindeyse atağın golle neticelenmesi için sol bacağınızı sağın üstüne atarsınız; top rakip takıma geçtiğinde gol yememek için bu defa tersini yaparsınız. Yine de işler iyi gitmiyorsa oturduğunuz koltuk yanlış seçilmiş demektir; yer değiştirmek gerekir. İşler yine de kötüye gidiyorsa, o esnada odada bulunan taraftar arkadaşların halka şeklinde toplanıp yere oturarak ayaklarını yerden kesmeleri ve zincir oluşturacak şekilde el ele tutuşup ayaklarını birbirine değdirmeleri gerekir. Bu şekil en etkili "sur" yani sihir biçimidir. İşler yine de iyi gitmezse odada "hain" aranır. Hain, bizim tuttuğumuz takımı tutmayan birileri demektir ve zihninden geçirdiği kötü fikirlerle yapılan "sur"u bozan kişidir ama bu gibileri her zaman odadan çıkarmak mümkün olmaz, hele bu kişiler "enişte" sıfatıyla odada mevcut bulunuyorlarsa katiyyen yakışık almaz.
Yine de maçı bitiren düdüğe kadar sabredilir ve mucize hâlâ vuku bulmadıysa, "tıskaya muska neylesin birader, biz burada elimizden geleni yaptık; futbolcular da bizim kadar gayret etseydi bu maçı alırdık" denilerek teselli bulunur.
Geçen cumartesi gecesi milli takımımız İsviçre karşısında tel tel dökülürken, bizim binlerce kilometre uzaktan Bern şehrindeki stada nasıl manyetik rezonans dalgaları, yoğunlaştırılmış enerji şimşekleri ve sinerjik bombardımanlar gönderdiğimizi herhalde tahmin edersiniz. Ama olmadı; maçtan sonra aramızda hain bulunup bulunmadığını araştırmaya lüzum görmedik; kısaca "tıskaya muska neylesin" diyerek boynumuzu büktük.
Siz bu yazıyı okurken ikinci İsviçre maçını çoktan oynamış olacağız; sonucu bilmeme imkân yok ama biz yine elimizden geleni yapacağız. Futboldan iyi anlayan rasyonel tarafım, "mümkün değil, gol yemeden bu İsviçre'ye en az üç atmamız için adamların öğle yemeğine en azından porsiyon başına ikiyüzellişer gram müshil katmak lâzım" diye fısıldıyor ama romantik yanım, "belli olmaz" diyor; "ilk dakikalarda bir gol bulursak, ardını getiririz".
Bilmiyorum, bekleyip göreceğiz.
Bu duruma eldiven gibi uyan bir fıkra hatırladım şimdi ama fıkra anlatmak konusunda artık isteksizim. Nitekim nakledeceğim fıkrayı bazı Alevi kardeşlerimiz, "akîdemizle alay ediliyor" diye yakışıksız bulabilirler. Esasen fıkra üzerine bu kadar lâf ettikten sonra fıkra anlatmanın tadı-tuzu da kalmıyor ama "hoş gör yahu" diyerek hâdiseye geçiyorum.
Evvel zaman içinde dediysek, Anadolu'da kağnıların hâlâ iş gördüğü zamanlardayız. Bir Alevi köylü, hasadın ardından buğdayı çuvallara koyup kağnıya yüklemiş; değirmene götürecek. Değirmene giden yol yüksek bir boğazdan geçiyor; yol demeye bin şahit ister, daracık bir patika. Bir tarafı uçurum, öteki tarafı sarp yamaç.
Tam o noktaya gelince kağnının bir tekeri uçurum tarafına doğru boşluğa düşer gibi oluyor. Köylü hemen öküzlerin koşulduğu boyunduruğa seğirtiyor. Hayvanlar ürkmesin diye "ho, ho, haydi yavrum, gayret" filan diyecek ama ne mümkün? Öküzler çakılıp kalıyor; bir adım atmanın dahi imkânı yok. Köylü bu defa uçuruma doğru kayan tekere koşuyor, ayağını sağlam bir taşa basıp omuzluyor ki öküzler gayrete gelsin.
Çî faide! Köylü, omuzlarına doğru acımasız bir basınç halinde binen yükün ağırlığı altında feryad ederek son çareye başvuruyor,
-Yetiş ya Ali!
-...
-Yetiş ya Hasaneyn!
-...
-Yetişin ey Üçler, Yediler, Kırklar!
-...
Bilakis kağnının tekeri santim santim uçuruma doğru kaymaya devam etmekte. Köylü bakıyor ki, oradan çekilmezse, kendi de, kağnı da, buğdaylar da ve işin daha fenası öküzler de hep birlikte uçuruma yuvarlanacak, ne yapsın; son bir gayretle kendini tekerin altından çekip kenara fırlatmadan önce sesleniyor,
-Eğer yetiştiyseniz kağnının altından çekilin çünkü ben bırakıyorum!
...
Bu satırları kaleme alırken maç henüz oynanmamıştı ama Milli Takım oyuncularına en azından benim tâ uzaklardan göndereceğim mânevi desteklere fazlaca güvenmemelerini tavsiye etmek istiyorum. Elbette bu, koltuğa oturup soğukkanlı İngiliz centilmenleri gibi maçı tarafsız ve tepkisiz bir şekilde seyredeceğimiz anlamına gelmiyor. Tam aksine ilave büyü ve "sur"ları teker teker devreye sokacak, elimizden geleni yapacağız. Bu ihtarım şu anlama geliyor: Eğer maçı üç farklı kazanır da İsviçre'yi elersek zaferde bizim payımız küçümsenmeyecek kadar büyük olacak ama elenirsek ve sonuç hüsran olursa...
Neyse, bırakalım o ihtimâli; rasyonelliğin âlemi yoktur; siz de bildiğiniz ne kadar büyü, sur, üfürük varsa elinizden geleni ardınıza koymayın lütfen.