Sonu en kötü Türk filmi: Eşkıya Halil

Ramazan'ın kaçıydı acaba; sahur vakti televizyonda yerli film seyredeceğim tuttu. Daha doğrusu sofranın kaldırılması işlemleri esnasında ayak altında dolaşmamam için sert şekilde tehdide uğradıktan sonra salondaki televizyonu açtım.

Siyah-beyaz bir yerli film ama belli ki filmi iyi koruyamamışlar; tonlar bozulmuş, görüntü küflenmiş, tam da başka kanala geçecekken baktım bizim Cüneyt Arkın eşkıya rolünde. Üstadın polisliğini, ajanlığını, mafya patronluğunu biliriz de eşkıyalığına şahit olmamışız... Merak ettim: Cüneyt abimizin filmdeki adı Halil. Halil abimiz bir köyün sokaklarında döneleyip duruyor; sırtında ellili yıllarda giyilen türden geniş yakalı, harmaniye gibi bir asker kaputu var. Bir ara sokağın birinde yavuklusu ile karşılaşıyorlar. Piraye Uzun, vaktiyle balık kız diye bilinen bir hanım sanatçımızdı. Köylü güzeli diye Piraye ablamızı uygun görmüşler ama ablamızın sırtındaki Trakya kız folklor ekibi kıyafetini ve başlığını saymazsanız, az önce Nişantaşı'ndaki kuaföründen çıkmış gibi gayet bakımlı bir havası var. "Allah cezanızı vermesin, neresi köylüye benziyor bu kızcağızın" diye öteki kanallara geçmek üzereyim fakat içimden bir ses, "dur, bu film diğerlerinden farklı; sabret ve seyret" diyor. Nitekim beklediğime değdi. Kötü adamlar Cüneyt abiyi kırsalda yakaladılar, bir yerinden vurdular; neresi olduğunu bilemiyoruz çünki Cüneyt Abi ah deyip düştü. Sonra yolun ortasında etrafını çevirip tüfek dipçiği ile dövmeye başladılar. Normal şartlarda kafasına yediği ilk dipçik darbesi ile ölmesi gereken Cüneyt Abi bir türlü ölmüyordu ama hain adamlar bunun farkında değillerdi. Öldü diye bırakıp gittiler.

Ben zannediyorum ki kötü bir bağlama sesi ile kamera genel plana doğru gerilerken ufukta son yazısı belirecek filan...

Yoo, kamera yakına girdi, Cüneyt Abi'nin kanlı eli kıpırdadı. Halil az sonra ayakta idi; meğer ayağından vurulmuş, seke seke yürüdü gitti. Bir de baktık bir köy düğünündeyiz; üç kahve masasını yan yana koyup örtü sermişler, iki rakı şişesi, üç bardak, etrafta az önce Cüneyt Abi'yi çok kötü döven kötü adamlar var ve pis pis bakıyorlar. Masaların önünde ise Trakya halk oyunları ekibi oynamakta. Masada üç kişi var; sağda Erol Taş rahmetli, kötü adamların reisi, pîri, gurusu. Onun yanında Ali Şen; Kravatlı kötü adam olarak ün yapan Ali Şen alçak, rezil, tefeci bir karakter çiziyor ve belli ki Piraye Hanım kızımızı hile ve para gücü ile sümsük oğluna almak üzeredir. Sümsük damat rolünü ise henüz yirmili yaşlarını süren Müjdat Gezen'e vermişler.

Kasting kusursuz, o kadar olur yani!

Neyse tam bunlar hi ho ho diye kötü adam gülüşü yapıp rakıları zıkkımlanırken bu Eşkıya Halil sektire sektire geliyor düğün yerine. Erol Taş bozuluyor, çünkü az önce Cüneyt abimizi o kadar dövmüşlerdi ki öldü diye bırakıp ağaya müjde vermişlerdi. Bir anlamda Erol Taş, "kötü mütayit" durumuna düşüyor.

Abi uzatmayalım, bunlar Cüneyt abiyi yine ortalarına alıyorlar; bir dövüyorlar, bir dövüyorlar ki artık herkes "tamam bu defa ölecek ve film son diyecek" diye bekliyor.

Cüneyt abi o bir kamyon dayağı yedikten sonra Piraye ablamız "Halil, Halil" diyerek üzerine kapanmak istiyor ama hainler engelliyorlar. "Artık bu defa kesin son yazar" diye bekliyorum aaa, o da ne? Cüneyt'in yine sağı solu kımıldıyor. Netekim otuz saniye sonra Cüneyt Abiyi, Piraye Ablayı kaçırırken görüyoruz. Yav bu nasıl aşk gücüdür arkadaş; adamın üstünden tanker geçse yine bir şey olmuyor.

Bu defa arkalarından gelenler jandarma. Meğer esas oğlan asker kaçağı imiş (bakınız sırtındaki kaput!) Neyse bizimkiler kaçıp deniz kıyısına geliyorlar. Deniz kıyısı filmi bitirmek için ideal yer; iki sevgili kucaklaşırlar. Kamera bunları uzaktan görür ve batmakta olan güneşe pan yapar; üzerine son yazısı biner!

Ne mümkün efendim, yeniden müsademe başlıyor. Cüneyt abi atlıyor zıplıyor, keklik gibi acemi jandarma neferi avlıyor ve bu esnada bolca vuruluyor ama Cüneyt abinin vurulmasına artık eskisi gibi aldırmıyoruz çünkü neticede kurşun israfı gibi bir anlama geliyor ve Cüneyt abi bir türlü ölmüyor.

Bir ara Piraye ablamızla göz göze geliyorlar; ikisi de vurulmuş, ellerini birbirine uzatıyorlar, "kesin final sahnesi bu" diyorum; "filim bitti". Olamaz, film bitmiyor; bunlar birbirine yaslanarak ıhlaya tıslaya ayağa kalkıyorlar, yürümeye başlıyorlar...

"Öldür şunları yönetmen, öldür de işimize gücümüze bakalım" diye öfkeleniyorum; ayrıca o alışılageldik tarzda davranmayı bırakıp her filimde mağdurları ve kahramanları tutmak yerine Ali Şen'i, Erol Taş'ı ve Jandarmaları desteklemeye başlıyorum. Az sonra Erol Taş, kötü adamları toplayarak yeniden Cüneyt'i takibe başlıyor...

"Tüh reziller, güzelim Yeşilçam geleneklerini de berbad ettiler" diye sinirlenip filmi ben bitiriyorum çünkü tahminime göre bu filmin öğleye kadar filan devam etmesi gayet mümkündür. "Kimdir bu sakar ve garip yönetmen?" diye başlıyorum araştırmaya.

Adı Alp Zeki Heper'miş. 1939 doğumlu, Galatasaray mezunu, Fransa'da Paris Yüksek Sinema Enstitüsü'nü bitirip kısa filmlerle sinemaya atılan bir entel yönetmen tipi. Ö. Lütfi Akad'ın yanında yardımcılık da yaptıktan sonra kendi şirketini kurup, "Soluk Gecelerin Aşk Hikayeleri" adlı ilk uzun metraj filmini yapmış lakin sansür heyeti müstehcen olduğu gerekçesiyle filmi reddedince Zeki Heper, "Aşk hiçbir zaman müstehcen olmamıştır. Aşka karşı tutumdur müstehcen olan" diyerek ikinci filmi "Dolmuş Şoförü"nü çekmiş; ne yazık ki bu film de ticari başarısızlığa uğrayınca son kozunu 1968 yılında kırsal bölge filmi "Eşkıya Halil/Haydut" ile denemeye karar vermiş.

Bizim film oluyor bu Eşkıya Halil.

Uzatmayalım; hikaye hazin. Dağıtıcılar Zeki Abi'nin sinema dilini sevmemişler, Üç sene sonra sinemayı bırakmak zorunda kalmış (1974) ve kahırlanıp filimlerini de evinin önünde yakmış. 1984 yılında intihar ederek hayatına son veren Zeki Heper'in hayatı sinemamızın buruk hikayelerinden belki en dramatik olanı.

Merak iyi bir şey değil aslında; "Cüneyt abi filmin sonunda niçin bir türlü ölmüyor?" diye başladığımız araştırma böyle kötü bir finalle sona erdi.

Bu defa artistler değil, yönetmenin kendisi ölmüştü çünkü.


Kaynak (Arşiv)