Sebati'ye açık mektup

Eğri oturup doğru konuşalım: Açlık grevi bizi bozar, en azından beni bozar. Nâfile oruç konusunda bile "top sesi duymadan niyetlenmeye niyeti olmayanlar"dan sayılırım az biraz, kaldı ki açlık grevi? Hadi daha açık konuşalım; açlık grevi sol renkli bir protesto eylemi gibi görünür bana; en azından Türkiye'de bu işin patenti solculara aittir.

"Ne olmuş yani, solcular iki kere ikiye dört dese onu da mı reddedeceğiz" diye homurdananlar olabilir: Yanlış! Solcular genellikle iki kere ikinin dörtten büyük veya küçük olduğu noktasında birbirlerine düşüp fraksiyon icat etmekle tanınmışlardır; dolayısıyla, "daha şık bir ifâdeyle" solcu olmayan bazı memur sendikalarının maaş artışı için açlık grevine yatmasını, muhafazakâr tabiata uymayan bir "bid'at" olarak gördüğümü belirtmek istiyorum.

Misâl; Sebâti, bizim Sebâti!

Sebâti'yi tanımazsınız çünkü ismini değiştirdim; benim 25 yıllık arkadaşım. Şu günlerde emeklilik çağına erişmiş olması lâzım. Nice zamandır basından televizyondan takib ediyorum, bizim Sebâti son on senede sendikacılık işine bulaştı. Epeydir bir tenhada yakalayıp, "Yahu Sebâti, etme; memurluğun sendikası mı olur yahu? Vaktiyle bir işe girene kadar alnımızın derisi çatlamıştı, unuttun mu? Üstelik, 'üretimden gelen gücümüz' felân gibi garip lâflar da ediyorsun ki sana hiç yakıştıramıyorum. Memurun üretiminden ne olur arkadaş; bir hafta sonu pikniğinin yorgunluğunu dört günde çıkarana kadar akla karayı seçiyoruz. Gözünü seviyim bırak bu işleri!" diye sıkıştıracağım ama Sebâti her daim meşgul: Bir gün sendikalı üyelerle yol kesip polisten dayak yiyorlar, diğer gün dairenin avlusunda eylem koyup, çoluk çocuğun rızkını davulcuya"zurnacıya yatırıyorlar; hafta sonları otobüslere doluşup Ankaralara giderek Sıhhiye'de "Güçlüyüz, haklıyız, kazanacağız" cinsinden garip lâflar bağırıyorlar. Anlayacağınız Sebâti fena halde istim üstünde. Üstelik son zamanlarda bir de şube başkanı yapmasınlar mı bizim Sebâti'yi; Al eyle kulunu, zapteyle delini; Sebâti eve bile ara sıra gömlek değiştirmek için uğramaya başlamış.

İşçiler, "bizim tuzumuz kuru nasıl olsa" diye böbürlenmesinler; on işverenden sekizinin kamu kuruluşu olduğu bir devirde işçi sendikacılığının da suyunu çıkarmamış mıydık netekim? Devlet öyle bir fabrika kurmuş ki, daha çalışmaya başlamadan feci halde zarar etmesi mukadder! Binbir torpille, pistonla işe kapağı atabilmiş garibanların birkaç sene sonra, "örgütlenelim, tekelci kapitalizmin uşaklarına emeğimizi sömürtmeyelim" gazıyla bir sendikaya yazılıp da, işyerlerinin daha fazla zarar etmesi için hazineden lokma koparmaya kalkışmasında bir garâbet yok mudur yani? Netekim o KİT'lerin kısm"ı küllisi birer birer kapandı, battı, üç"otuz kuruşa elden çıkarıldı; hiç unutmam, o devirde ehliyetinden başka hiçbir niteliği olmayan bir şöför, KİT'in genel müdüründen fazla maaş aldığı halde, zalim kapitalistlerin hâlâ kendilerini sömürdüğünü zanneder dururdu.

Bir dakika! Küçük bir özeleştirinin vaktidir: Acaba "Sol jargonla ifade edecek olursak" ben bir işbirlikçi, ya da komprodor burjuvazinin satılık uşaklarından biri olabilir miyim? Yoo, babam emekçiydi; ben de hâlâ emeğiyle geçinen birisiyim; yakın ve uzak akrabadan kimsenin fabrikası yok. Anlayacağınız "sınıfsal" bir itiraz değil benimkisi. Asgari ücretle iş bulduğunda sevinçten ağlayan nitelikli ve fakülte mezunu gençlerin, iş bulamayanlara göre vahim bir azınlık teşkil ettiği bir ülkede yaşayan sıradan bir insanım sadece. Şu safdil mantığıma göre bir işyerinde toplu sözleşme yoluyla ücret belirlenmesi için, işçilerin (veya memurların) nitelikli ve rekabete dayanıklı işgüçlerini masaya koymaları gerekir ve pazarlığın tam mânâsıyla "pazarlık" olması için işverenin de gerçekten "işveren" vasfını taşıması lâzımdır. Bizim gibi ülkelerde devletten işveren olmaz, olmuyor ve bu yüzden toplu sözleşmelerde belirlenen ücretler, üretimin mâliyeti olmak yerine "sosyal yardım" olmaktan kurtulamıyor.

Galiba fazla ileri gittim; bu lâfları okuyan patronlar arasında mutlaka, "bu çocukta cevher var; aferin" diyecekler çıkabilir ama işçi ve memur kardeşlerimiz arasında en hafifi, "satılmış, işbirlikçi, tekelci sermayenin uşağı" gibi iltifatlarla başlayan ve "yazıklar olsun"la biten sitem mektupları yazanlar daha çoğunlukta olacaktır. Mümkün; en azından gazete patronunun da netice itibariyle bir "patron" olduğunu bilmek bana yetiyor en azından.

Ciddi konulara girmeyi bir türlü beceremiyorum işte; netekim yine meseleyi yüzüme gözüme bulaştırdım; halbuki Sebâti'den bahsediyordum. Bizim Sebâti geçenlerde, "her kimin gazına geldiyse" "ben de açlık grevine yatacağım" diye kendini dolduruşa getirmiş. Geçen gün gazetede resmini gördüm; a, bizim Sebâti, beti benzi atmış, bilumum medyanın önünde iki seksen bayılmış yatmıyor mu? Tabii hemen hastaneye kaldırmışlar, serum bilmem ne derken kendine gelmiş lâkin serde sendikacılık var ya, "devam" diye gürlemiş, "ölmek var dönmek yok!"

Garibim Sebâti, işin tekniğini bilmiyor tabii; açlık grevi deyince yemeden içmeden külliyen kesilmek yok ki aziz kardeşim. El alem perhizi bile ya yemeklerden önce, ya da karnını bir güzel doyurduktan sonra yapıyor, duymadın mı? Açlık grevi dediğin iki öğün arasına getirildiğinde fevkalade sağlıklı, vücuda faydalı ve medyatik bir hâdisedir; öyle görmemişler gibi temelli yemeden"içmeden kesilirsen olacağın budur işte!

Yapma Sebâti, cep telefonunu hep kapalı tutuyorsun ama sana kamuoyu huzurunda sesleniyorum; açlık grevi böyle yapılmaz kardeşim, lütfen!


Kaynak (Arşiv)