Normalizasyon!
Epeydir nasıl tedirgindim bilemezsiniz; hani evinizin, odanızın yıllar boyunca zevkinize uygun tarzda kalıplaşmış bir şekli, düzeni vardır da bozuluverince rahatsız olursunuz. Her gün önünden geçip gittiğiniz sokak ve caddelerde bir binanın birkaç gün içinde ortadan kalktığını fark edince yadırgarsınız ya, öyle bir şey işte.
Anasından doğduğu günden beri ciddiyet maskesini yüzüne geçirmiş gibi duran bir büyüğünüzün günün birinde yüzüne palyaço makyajı yaptırdığını veya durup dururken omzuna bir peşkir atıp meddahlığa başladığını gördüğünüzde de aynı hisse kapılmanız muhtemeldir: Bir şeyler yolunda gitmemektedir; hayatın tabii ahenginde bir aksama vardır ve bu değişikliğin nereye kadar sürüp gideceği endişesi sizi huzursuz eder. Binaenaleyh öyle her "atılımcıyım, yenilikçiyim, hayat süregiden hamleler dizisinden ibarettir, her sabah taze bir başlangıçtır" diye avur"zavur edenlere pabuç bırakmayın siz; yenilikler gerginlik verir ve ruhumuzun derinliklerinde ipek bohçalara beleyip de sakladığımız "rahatlık" hissini tahriş eder. Konformizm tabiatımızda var, niçin inkâr etmeli?
İlk işaretler görününce, "Yok canım, böyle gitmez bu işler; memleketin çivisi çıkar valla; eski düzenin suyu mu çıkmıştı." diye kendi kendime homurdandığımı hatırlıyorum. Etrafta olup biteni lâyıkınca algılayabilmek için bize belli nirengi noktaları lâzımdır çünkü. Esasen bilgi dediğimiz şey, yerinde kımıldamadan durduğu için hatırlayabildiğimiz ve gerekince kullanabildiğimiz bir şeydir. Meselâ anayasaları ele alalım; maddeleri her gün değişip duran, temel müesseselerini aydan aya bukalemun gibi renk değiştiren bir anayasa nizamı tahayyül edebilir misiniz? Hafazanallah; üstelik vaktiyle bizim anayasayı kaleme alanlar işi sağlama bağlayıp, bir kısım maddelerin tâdili hakkında teklifte bulunmayı bile yasaklayarak statükoculuğun kanundan heykelini dikmişlerdi!
Her neyse; sadedden uzaklaşmayalım. Efendim, yakın zamanlara kadar hayalhânemizin köşe direkleri sapasağlam ayakta durmaktaydı ve biz köşe yazarları, bu direklerin yerinde durduğunu varsayarak, "estek olur, köstek olmaz.. felanca yapılmamalı, feşmekancadan katiyyen uzak durmalı" diye lâf ile âleme nizâmat vermekte idik; kendimizden bunca emin tavırlarla konuşurken devletin temel direklerinin yerinde sâbit durduğunu ve ilelebed öyle kalacağını biliyor olmaktan kaynaklanan bir özgüvenden yola çıkıyorduk. Derken bir şeyler olmaya başladı; evvela Kopenhag'daki AB toplantısından yüzgeri edildik. Bu çok önemli ve beklenmedik bir şey değildi; başta bu satırların yazarı olmak üzere birçok "kıymetli fikir adamı" Türkiye'nin AB'ye girmeyeceğini, öyle bir ihtimâl vârid olsa bile son kertede heriflerin bizi eşikten kovacağını, bizimkilerin ise, "alın AB'nizi başınıza çalın, zaten girecek değildik" şeklinde bir "polim" göstererek meseleden sarf"ı nazar edeceğimizi yazıp çizmiştik. Meğer o kadar isabet kaydetmişiz ki, bir Danimarka televizyonunun yaptığı kayıtlara göre herifler bize görüşme salonunda nezaketle, "sabırlı olun, zamanı var; önce dersinizi çalışın bakiim" diye küçük bir teselli verdikten sonra baş başa kaldıklarında "zzzt erenkööy!" diye dalga bile geçmişler. Her neyse, yine meseleden uzaklaşıyoruz; sadede dönelim.
Derken efendim şu Irak meselesi zuhur edince aralarında bu satırları kaleme alan kişinin de bulunduğu "kıymetli ve ne derece kıymet taşıdıkları günlerce tartışılabilir" nitelikteki köşe yazarları, bel yüksekliğinde çamura girmiş ağır vasıtalar gibi "pati" çekmeğe, ileri"geri ırgalanmaya ve boşu boşuna mazot yakmaya başladık. Doluya koysak almıyor, boşa koysak dolmuyordu. Hükümet de bizden farklıca sayılmazdı. İkinci tezkere kapıya dayanınca, işi, mûtad aylık MGK toplantısının ertesine bırakıp oradan sâdır olacak "hikmet"i hükûmet"e göre kotarmaya karar ettikleri anlaşılıyor. Lâkin ne olsa beğenirsiniz; yıllardan beri görev alanına girip girmediği su götürür onca mesele hakkında tavsiye kararı alan MGK, ikinci tezkere konusunda Meclis'in ne yolda karar alması gerektiğini imâ edecek bir "tüyo" bile çıtlatmamıştı. Sair "kıymetli yazarları" bilmem lâkin benim ödüm patladı. İşte yazının başında tasvirine çalıştığım tedirginlik buydu işte: Bir şeyler yolunda gitmiyordu, bir şeyler aksıyordu ve bu hiç de hayra alâmet değildi. Derken yine bir kısım köşe yazarı tarafından, "iyi ya canım, tedirgin olacak ne var; MGK, hükümete tavsiyede bulunabilir; bu anayasal vazifesidir fakat Meclis'e kimse telkinde bulunamaz, cihet"i askeriye bu noktada bir siyasi zarafet gösterisi yapıyor" yorumları sökün edince pabucumun içine yumurta büyüklüğünde çakıl taşı kaçmış gibi oldum. Tezkere reddedildikten sonra askerler, "geçseydi iyi olurdu" mealinde bir şeyler söylediler; ama benim huzursuzluğum yine yatışmadı. Tâ ki geçen hafta içinde cihet"i askeriyenin, "Dışişleri Bakanlığı'nın genelgesini yakından takip ediyoruz, çok rahatsızız; işin peşini bırakmayacağız" dediğini duyana kadar da tedirginliğim geçmedi.
Şimdi rahat ve huzurluyum, zira söz konusu demeçten beri, "normal"e dönmüş bulunmaktayız. Nizamın temel direklerine baktığımda onları yerinde görüyorum. Memleketin sahipsiz olmadığını görmek insanın içini rahatlatıyor doğrusu.