Maçta...
Aydınlar kabaca ikiye ayrılır: Sedire yan gelmiş aydınlar ve ötekiler. Bu, "Sedire Yan Gelmiş Aydınlar" da kim ola ki diye sormakta haklısınız! Vaktiyle George Suffert diye bir adamın kaleme aldığı kitabın Türkçe tercümesidir. Kitabı okumadım ama seksenli yıllarda pek popülerdi ve eğer yanılmıyorsam sedire yan gelmiş yatan aydın takımını fena halde hicvediyordu.
Şimdi, "nasıl oluyor da okumadığın bir kitabın muhteviyatından bahsedebiliyorsun" diye merak edersiniz; efendim sedire yan gelmiş aydın takımından olmanın bir güzelliği de budur işte!
Lâfı uzatmayacağım, yukardaki sınıflandırmada "ötekiler"in hangi vasıfları taşıdığını bilmiyorum; bildiğim şudur: Yazarınız, kendini "ötekiler"den saymıyor; o sedire yan gelip yatanlar takımındandır ve eğer lütfedip onu da "aydın" makûlesinden sayıyorsanız bu satırların yazarı, sedire yan gelip yatmanın çok esaslı ve ciddi bir aydın tavrı sayılması gerektiğini savunuyor. Niçin diyeceksiniz; çünkü aydın, -o her kimse- bütün işi gücü, olup biteni seyretmek ve bundan mânâ çıkarmak durumundaki adamdır. Kenarda durur, seyreder ve bu işi yaparken rahat, "comfortable" bir mevkide bulunması gerekmektedir; "sedir", koltuk veya şezlong, bu bakımdan en ideal aydın mevziini teşkil ederler.
Teorik çileniz sona ermiş bulunuyor; şimdi esas meseleye geçiyorum: Mâlumunuzdur, basınımızda çok meşhur bir geyik mevzuu türemiş bulunuyor; futbol yazarları bizzat maça mı gitmeli, yoksa evinde oturup paşa paşa maçı televizyondan mı seyretmeli?
Bu satırların yazarı, aklıbaşında bir okur-yazar olarak elbette evde oturup paşa paşa maç seyretmenin, teorik planda son derece mükemmel bir seçim olduğuna kalıbını basanlar arasında yer alıyor. Teoriyle fazlaca meşgul olmanın güzelliği de budur zaten; başka insanların tecrübelerinden ibret almak yani. Ne var ki geçen hafta tarihte ilk defa cereyan eden bir hadise ile karşı karşıya geldim ve bu olay bütün teorik hesaplılığımı altüst etti: Bu, Galatasaray futbol takımının Sivas'ta ilk resmî deplasman müsabakasını oynayacak olmasıydı. Entelektüel tarafım, "deli misin, evinde otur, paşa paşa..." diye tepinip dururken, içimdeki serseri, "kaçırılacak fırsat mı; git ve şu tarihî hadiseye şahit ol" diye iğvâya sürükledi beni.
Yedi sene kadar önce yine bir maça gitmiş, neticede dayak yemediğime şükürler edip, "bir daha bu stada gelenin.." diye başlayan öfkeli temennilerle eve dönmüştüm; lâkin yeminimi çiğnememi gerektiren gelişmeler olmuştu bu arada. Stadyum tamire alınmış, numaralı yerler tahsis edilmiş ve tribünler onarılarak ışıklandırma kuleleri ilave edilmişti. Şimdiki stat, benim ".. gelenin" diye kasem ettiğim stattan başka bir şeydi yani...
Maçtan bir buçuk saat evvel, kâffesi GS'lı akraba gençlerinden oluşan bir heyet ile Sivasspor tribünlerinin en merkezî yerinden satın alınmış biletler cebimizde, çenemizi tutmamız konusunda birbirimizi ikaz edeceğimize söz vererek turnike kapılarına dayandık. Uzuun bir kuyruk vardı ve nerede başladığını kestirmek imkânsızdı. Ben tecrübî melekelerimi kaybetmişim; gençler hemen hatırladılar ve kuyruğun birkaç kat olduğu yerde duraklayıp geriye dönerek,
-Kaynak yapmayalım, ayıp oluyor arkadaşlar! diye bağırıp çağırmaya başladılar; a, demek âdet böyleymiş; neticede kuyruğun niçin kımıldamadığını da anlamış oldum; çünkü her gelen, "kaynak yapmayalım, ayıp oluyor" diye bağırıyor ve kuyruğa kaynak yapıyordu.
Karanlık merdivenleri dikkatle tırmanıp ışık cümbüşü içindeki seyircilerin arasına karışınca ne kadar akıllı olduğum için kendimi tebrik ettim; bu "ambiance" ile TV başında hımbıl hımbıl oturmak bir tutulabilir miydi?
Numaralı yerlerimizi on dakikalık bir araştırma neticesinde bulabildiğimizde hayal kırıklığına uğradık; çünkü plastik oturaklar kar-buz içindeydi ama biz hazırlıklıydık. Oturakları, gazetelerin pazar ilaveleri ile temizleyip üstüne piknik minderlerini sererek maçın zevkini çıkarmaya hazırlandık ama nâfileydi. Oturarak görebildiğimiz yegâne şey, önümüzdekilerin sırt ve kalça nâhiyelerinden ibaret kalıyordu. Garip bir şeydi; herkese bir yer ayrılmış olmasına rağmen kimse oturmuyordu. Neticede çâresiz iki saat boyunca, bir A4 kağıt büyüklüğündeki kalın buzla kaplı yere ayakkabılarımızı sıkıştırmak suretiyle ayakta kaldık. O anda bazı seyircilerin plastik oturakları niçin sökerek sahaya fırlattıklarını anladım; çünkü insanların yerini daraltmaktan başka bir şeye yaramıyorlardı.
Maç başlar başlamaz, özellikle GS'lı futbolculara karşı etrafımdan yükselen protesto cümlelerini buraya yazmama basın kanunu müsaade etmez ama emniyet görevlisi arkadaşlar sanki güzel bir espri yapılmış gibi gülerek seyirci olunca, kırk seneden beri bir şey değişmediğini anlamış oldum. (Yazarınız bu staddaki ilk resmî maçı 1967 yılında seyretmiş idi.) Yeminimi çiğnememe beni pişman ettiren en önemli hadise ise, hemen önümdeki seyircinin beş-altı yaşındaki çocuğunu kucağında maça getirmiş olmasına rağmen maç boyunca en galiz küfürleri makine nizamıyla sarf etmesi oldu.
Maça gelince arz edeyim efendim; tuhaf bir şeydi. Ev sahibi takım daha ikinci dakikada serbest vuruşları yarım saatte kullanma arzusuyla bir puana razı olduğunu deklare ederken, misafir takımın yedek kulübesinde maçın 80. dakikasına kadar gördüğümüz şey, battaniye altında birbirine sokularak ısınmaya çalışmaktan başka kıpırtı göstermeyen yedek futbolculardı. Daha da garibi, GS on kişi kaldıktan sonra ev sahibi takımın daha fazla hücum etmek yerine, kendi kalesi civarında daha çok müdafaa siperi kazması, misafirin ise oyunu daha çok kontrol altına almasıydı. Böyle bir garipliği daha önce görmemiştim. Neticede o eski yeminimi yeniden gözden geçirerek aydın sorumluluğunu yeniden üstlenmeye ve her nevi maçı koltuğumdan seyretmeye bir kere daha ahd ü peyman eyledim. Bu kararımı güçlendiren bir başka olgu ise, Sivasspor'un bu çağdışı futbol anlayışını devam ettirdiği sürece önümüzdeki sene GS'ın Sivas deplasmanına gelmek zorunda kalmayacağını tahmin etmemdi.