Kıyak

Bir gazete niçin Ramazan sayfası yapmak ihtiyacı hisseder, bilmem ama böyle bir gelenek vardır matbuatımızda. Genellikle bir veya iki sayfa tahsis edilir, dini mevzulardan anlayan bir editör görevlendirilir. "Dini mevzulardan anlayan editör", evvela bir mizampaj kalıbı hazırlar, âyetlerin, hadislerin, güzel sözlerin yerlerini sâbitler. Sahâbe ve evliya menkıbeleri için yer ayrılır, günlük yazılması gereken yazıların siparişleri verilir; mahya, davulcu vs. resimleri de yedeklenince...

Ben bu Ramazan sayfalarını hiç okumadım, okumam da; çünkü Anadolu matbuatı ölçeğinde de olsa o sayfaların nasıl kerhen hazırlandığını bilirim; ilginçtir, 11 ay boyunca herhangi bir meseleye din nokta-i nazarından da bakılabileceğini akla getirmeyen gazete yöneticileri, Ramazan'da birden Müslüman kimliklerini hatırlar, daha doğrusu hatırlamış gibi yapıp vıcık vıcık bir dindarlık gösterisinde bulunma ihtiyacına bürünürler; o tavrı aksettirdiği için sevmem, klişeci zihniyetle kotarıldığı için sevmem ve genellikle 11 ayı "bakın ben laikim" avâzesi ile geçirenlerin Ramazan Müslümanlığında "din kardeşliği" hissini kımıldatan bir samimiyet bulmam ama bizim gazetenin "Ramazan 1426" sayfasındaki "Ramazan Hikâyeleri" sütununu her gün zevkle, merakla takib ediyorum, bilmem sizin de dikkatinizi çekti mi?

Ne var bu Ramazan Hikâyeleri'nde? En kestirme ifade ile yaşanmış Ramazan tecrübeleri var. Büyük çoğunluğu yaş itibariyle henüz genç sayılabilecek bir kuşağın, gençlik Ramazanlarını anlattığı hâtıra parçaları. Bir şey dikkatimi çekti; hâtıraların neredeyse yüzde sekseni, öğrencilik esnasında geçirilen Ramazanlara dair. Öğrenci nedir; öğrenci evinden kilometrelerce uzakta, kendine yabancı gelen bir muhitte, cebinde üç kuruş harçlıkla, derme-çatma barınma ve iaşe şartları altında hayata tutunmaya çalışan bir gençtir.

Ne yani sizin öğrenci iken hiç bir tabak lokanta yemeğini süze süze, eze eze, bitirmemeye dikkat ederek, ağır ağır yedikten sonra gözünüzün ikinci porsiyonda kaldığı olmamış mıdır? Bu satırların yazarı, o duyguyu iyi bilir meselâ! Öğrenciler de genellikle bu gibi hatıralarını anlatıyorlar zaten. İftara beş dakika vardır ama öğrenci evinin mutfağında bir avuç şehriye bile kalmamıştır. Herkes "ne olacak şimdi" diye birbirinin yüzüne bakarken kapı çalınır ve elinde bir tepsi yemekle bir komşu görünür... Veya o sene Ramazan sıcak aylarına denk gelmiştir de kahramanımız küçük yaşına rağmen orucunu bozmamak için nasıl da direnmiş, bu esnada bir yakını onu sırtına alarak nasıl da gezdirerek avutmuştur?..

Bu gibi sıradan hatıraları güzelleştiren şey, daha ziyade o esnada Ramazan hâletini paylaşıyor olmaktır; oruçlu biri, bir başka oruçlunun halinden anlayacaktır elbette, onun da başından vaktiyle böyle küçük, sıradan ama güzel bir vak'a geçmiştir; dünyanın gidişatını değiştirecek çapta mühim ve önemli hadiseler olması gerekmez. Neyse ki öyle değildir, sıradan ve ehemmiyetsiz şeylerde daha çok beşerîlik vasfı gizlidir. Dolayısıyla bu güzel köşeyi icad eden arkadaşları kutlamak istedim, inşallah bu güzel başlangıç, müteakip senelerde de bir gelenek halini alır ve daha zengin hâtıralarla bir Zaman klasiği haline gelir.

Uzun yaz ramazanları deyince, size tam da bu mânâya muvafık bir fıkra nakletmek isterim. Bu fıkrayı bana anlatan şahıs eski dostlarımdan olup Karadeniz'in merkez muhacim mevkiinde bulunan bir memlekete mensuptur. Tahmin edeceğiniz gibi fıkra bir Karadeniz fıkrası ve gerçeklik payı diğer Karadeniz fıkralarının gerçeklik ihtimâli ne kadarsa o kadar.

Temel tarlada çalışıyor!

Temel tarlada çalışmaz aslında; Temel dediğin ya balığa çıkar, ya kahvede oturur ama bu Temel'in tarlada çalışacağı tutmuş nedense.

Kök söküyor Temel, arazi vaktiyle ormanlıkmış, ağaç köklerini söküp bir bahçe veya ufak bir tarla çevirmeyi düşünüyor. Kök sökmek, dünyanın en zor işlerinden biri, neredeyse bir kök için üç metre çapında genişçe bir çukur kazmak gerekiyor; ağır iş, yorucu iş, hava sıcak, güneş tepede kızgın bir tuğla gibi pişiriyor...

Temel oruçlu, vakit öğle sularını hafif geçmiş. İftara daha çook var. Lakin Temel her ihtimâle karşı bir testi su getirmiş, çalıların altında gölgelik bir yere zulalamış.

Gözü ara sıra testinin olduğu gölgeliğe takılıyor, "Lanet kör şeytanın kör gözüne" deyip yeniden sarılıyor kazmaya; bir, üç, beş...

Sıcaklık fırın ağzından dışarıya hücum eder gibi Temel'in üzerine çöküyor. Bayılacak hale gelen Temel, "yersem de kazâsı vardır, ölecek değilim a" kararıyla testiye saldırıyor, kulpundan yakalayıp ağzına dayayacak... İçinden bir ses, "kaç saat kaldı ki Temel" diyor, dayan, kim bilir nasıl sevap kazanacaksın?"

Testiyi bırakıp yeniden çalışmaya koyuluyor ama saat geçmek bilmez böyle anlarda, mâlumdur, sizin de başınıza gelmiştir!

Yarım saat geçmeden Temel yine bir hırs ile testiye saldırıp boğazından kavralıyor. Tam tepeye dikecek, yine vicdanın sesi fısıldamaya başlıyor,

- Vazgeç Temel, ölmezsin ya, sabret, orucunun faziletini artırmış olursun, aman ha!

Temel testiyi yere indiriyor, ufka doğru iyice yanlamaya başlayan güneşe şöyle bir göz atıyor, sonra bakışlarını yukarı çevirip diyor ki,

- Ey yoluna kurban olduğum Cenab-i Rabb'il Âlemin, haçan pu kiyağimu unutmayasın ha!


Kaynak (Arşiv)