Kış yollarında
Dünya kurulalıberi mevsimlerin kaç kere değiştiğini Allah bilir ama yakın zamanlar hariç, olağan mevsim göstergelerinin bir televizyon haberi teşkil edebileceğini kimse tahmin edemezdi. Kaç günden beri "geldi geliyor" haberleriyle yatıp kalkıyoruz. İşin tuhafı yıllarca mevsimlerin kendi tabii âhengi içinde gelip geçmesine alışkın olan bizler, "Kış Edirne'ye yaklaştı, Kapıkule'den geçti, İstanbul'a yaklaşıyor; ekipler olağanüstü tedbirler alıyorlar" yaygaralarını ciddi ve endişeli bir tavırla takib eder olduk.
Ne oluyoruz arkadaşlar; eninde sonunda kar yağdı işte.
Her sene olur, hatırladınız mı, geçen sene de yağmıştı. Hani şu göklerden beyaz beyaz, lâpâ lâpâ dökülen şey...
Nitekim bu sene de öyle oldu. İncir çekirdeğinden haber çıkarmaya meraklı haber editörlerinin estirdiği terör yatıştıktan sonra havalar yine mevsim normallerine dönmeye başladı. Yakınlarda yine yağar, hatta daha çok yağar. Köy yolları kapanır, ana yollarda karla mücadele çalışmaları yürütülür. Kabak gibi lastiklerle yola çıkan tedbirsiz sürücüler yine acemi frenlemelerle kayıp şarampole doğru yan gelir, yolu kapatırlar.
Kış maceraları yaşanır:
Tâli yollarda kurtarılmayı bekleyen araçlarda bekleşenler cep telefonu ile jandarmayı, karayollarını arayıp ne zaman kurtarılacaklarını sorarlar. Issız dağ başlarına kurulmuş aktarma istasyonu ve linklerde çalışan Telekom personeli, (sahi bu istasyonlar hâlâ faal midir yahu?) bu gibi sürprizlere evvelce hazırlıklı olduklarından kurt ulumalarının kar fırtınalarına karıştığı boranlı gecelerde bulgur pilavına tâ öğleden ısladıkları kuru fasulyeyi katık edip karınlarını doyurduktan sonra çaylarını demleyip paşa paşa televizyon seyreder, eğer dörtlüyü bulacak kadar kalabalık iseler, bulaşıkları yıkamasına iki el okey çevirirler.
Doğu Anadolu'nun uzak köy ve kasabalarında doğum sancısı tutan anneler için kızaklar koşulur, dayanıklı, güçlü-kuvvetli hısım-akrabadan birileri yanlarına çiftelerini ve azıklarını alıp en güvendikleri kış ayakkabılarını çekerek yollara düşerler. Birkaç gün sonra görüntüleri, haber bültenlerinin sonlarına doğru ekranlara düşer. En sonunda kamera yenidoğan'ın çirkin ve buruşuk suratında odaklanır. Anne ise bitkin ama dünyaya bir can getirmiş olmanın sevinciyle ışıl ışıl...
Belki alnında annelik pâyesini taçlandıran bir kırmızı kurdele!
Bazı yerlerde ekipler, araçların karayoluna çıkmasına izin vermezler; "filanca belde, boğazda tipi var, ikinci bir emre kadar yol kapalı" denince yolcular en yakındaki dinleme tesislerine yerleşip sabahlara kadar demli çay içer, sabahlara kadar televizyon seyrederler. Kulaktan kulağa haberler gezinir, "iki saate açılıyormuş, çığ düşmüş, yol aslında açık ama sabahın sökmesini bekliyorlar".
Yollarda aracın altına attığı yağlı kirden meşine dönmüş gocuklarına sırtını vererek mazot deposunu ısıtmaya çalışan, lastiklere zincir geçirmeye uğraşan çilekeş kamyon şoförleri görür, acırsınız; yanınızda derslerine yeterince dikkat etmeyen öğrencilerden biri varsa, "bak" dersiniz, "ekmek parası kolay kazanılmıyor; aklını başına al da okumaya bak, yoksa..."
Önceleri ayrı oturma düzeni benimsenmişken zamanla kadınlar ayrı bir cemaat teşkil ederek bir köşede baş başa verip lâfı kaynatmaya başlarlar dinlenme tesislerinde; pasta tarifleri teati edilir, enteresan ilmek teknikleri hakkında uygulamalı kurslar açılır, erkek milleti çekiştirilir, çocuklarının aslında zeki olmalarına rağmen çalışmadıklarından yakınılır. Masalardan birkaçı yan yana getirilerek bebekler için geçici yatak odaları düzenlenir. Uykusuzluktan gözler halkalanır, çeneye dayalı başlar zaman zaman desteğinden kurtulacak gibi olur. Bazıları sabah ezanının kaçta okunduğunu sorarlar garsona.
Otobüs garlarında yolcu bekleyenlerle, tek başına uzak yolculuklara çıkacaklar farklı hâlet-i ruhiyelerle poğaça, kaynamış süt ve mazot kokan salonları arşınlar dururlar. Kimi yolların bir an önce açılmasını bekler, kimi bir hafta, on gün, yirmi gün durmaksızın yağmasını.
Esnaftan kimine kesatlık, kimine berekettir. Ne şikayet edilir, ne de "keşke her gün böyle olsa" diye sevinç nöbetlerine girilir.
Eğer yol hâlâ kapanmamışsa ve Anadolu bozkırının ortalarında bir yerde otobüsle karanlığı yararak yol alabiliyorsanız başınızı soğuk cama dayar, uzaklarda, çok uzaklarda görünüp kaybolan cılız sarı ışıkların aydınlattığı hânelerdeki hayatları, resimleri, çehreleri düşünürsünüz: Sobaları, sobalarında kömürleri var mıdır; güzün kışa dayandığı kısa günlerde alelacele takılan pencere kasalarının kenarından içeriye sızan ayaz, arsız bir hırsız gibi etrafı kolaçan etmekte midir; sobanın kenarında ertesi günün dersini ezberleyen çocuğun bir yanı üşümekte midir?
Otobüs pencereleri televizyon gibi olur; bazen çoktan uykuyu yarılamış tenha kasabaların ortasından geçerken damların ucuna el uzatsanız değecek gibi gelir, hemen ardından uzaklaşıp karanlığa gömülüverirler.
İyi havalarda rızkını bir şekilde doğrultan kurt-kuş, börtü-böcek neylemektedir peki? Onların yiyecek bekleyen yavruları yok mudur, daha kaç zaman dayanırlar açlığa ve soğuğa?
....
Televizyonların haber editörleri bilmezden gelir ama geride kalan herkes bal gibi bilir ki kıştır, geçecektir; sayılı gündür, bitecektir.
Her sene böyle olur.