Kimya değil simya
Kokuların olmadığı bir dünyada yaşıyor olabilirdik pekâlâ. Hüznün bile resmini yapabilen bir ressam günün birinde bulunabilir ama altında kuru tezek yanan bir sacın üstünde pişen yufkanın kokusunu resmedecek sanatçı anasından hiç doğmayacaktır. Koku ne işe yarar öyleyse; yoksa gülün gülden nâzik hâtırı için mi yaratılmıştır? Koku vardır çünkü eşyâyı niteler; eşyânın öteki boyutudur; eşyânın ve bütün varlıkların bir başka mânâsı kokusunda olsa gerektir.
Önünden geçerken takım elbiseli, kravatlı olmadığınıza hayıflandıracak derecede statü havaları basan birbirinden şık mağazalarla, şık giyimli insanlarla, granit kaldırım döşemeleriyle kaplı bir caddede yürürken bir an nereden geldiğini asla kestiremeyeceğiniz, boğulmakta olduğunuza hükmettirecek kadar burun düşürücü, keskin ve kötü bir koku, o mıntıkayı nitelemektedir bana göre. Mıntıkanın rûhudur o. Evet, etrafta pahalı parfümler, pahalı losyonlar, hatta uzaklarda bir yerde efildemekte olan ıhlamur çiçeklerinden bahar rüzgârının kopup getirdiği gönül çelen rayhâlar ekseriyettedir ama kim bilir hangi mazgaldan münasebetsizce yükselen lâğım kokusudur ki sair güzelliklerin nasıl bir ambalaj hünerinden ibaret olduğunu hatırlatacaktır.
Yanık egzoz dumanı, bize endüstri ihtilâlinin henüz sona ermediğini ihtar etmektedir; yerin yedi kat dibinde petrolleşmeye âmâde mineral gölleri olduğu müddetçe azman petrol şirketleriyle otomotiv sanayii hokkabazları bize bu kokuyla yaşamamız gerektiğini hep hatırlatıp duracaktır.
Tâze ekmeğin râyhâsı, buğdayın aslen bir cennet meyvesi olduğuna delildir; ekmek hep güzel kokar. Teknede mayalanan hamurun geniz yakıcı ekşimtırak kokusunda ekmeğe ve emeğe selâmın sesi vardır.
Kimya fabrikalarının çelik tanklarında haddeden geçirilip damıtılarak damlası bilmem kaç milyon liraya satılan bütün kozmetik ürünlerinde tasannu' sezilir; tasannu' yani yapma çiçeklerin sahte güzelliği. Pahalı şişelerde ambalajlanıp satışa sunulan insanın kendisine duyması gereken saygıdır sûretâ; içtenliksiz nezâket, plastik yaldızları andıran bir tebessüm...
Emeğin kokusu, soğan"sarmısağın kaderine benzer; ne onlarla ne onsuz yapabiliriz; adları kötüye çıkmıştır, kırk kere kırklansalar nâfiledir.
Bana İstanbul'un aslî kokusunu kim tarif edebilir meselâ; "İstanbul'una bağlı" diyeceklere peşinen hürmet ederim. Bin bir çehreli İstanbul, her çehresinde bir başka kokuyu imbiğinden süzmektedir. Bir yüzü hanımelidir, öteki yüzü küf; kıyılarında iyotla zift, içlerinde insan çürüğü ile servi reçinesi. "Servinin de reçinesi olur mu ?" demeyiniz; âlem"i imkândır bu, olmaz olmaz! Bütün renklerin, kokuların, zenaatların ve güzelliklerin harman olduğu yer; bütün çeşnilerinin üstünde İstanbul tek kokuya indirgense nedir o? Bilemem, ama her ne ise, işte odur; büyük ihtimâlle yerin birkaç metre altında balçığa bulanmış can çekişmektedir İstanbul'un ruhu.
Biz eşyanın ruhunu, onun kokusundan bilebiliriz ancak.
Aksi olsaydı, savaş sonrasının bîtap Almanya'sında yayınlanan birkaç demiryolu dergisinin basıldığı kuşe kâğıdının sırt dikişine yakın yerinde hâlâ koklayabildiğim asitli selüloz kokusu, bende "baba" kavramıyla bu kadar özdeşleşemezdi. Şerhi hem uzun hem şahsidir; belki de o yüzden bütün kara trenlerin lokomotif dumanında, istim buharında demiryolcu babalar terler dururlar.
Acaba koku dediğimiz şeyde, geçmiş zamanların, insanların, hadiselerin ve yerlerin bilgisi mi şifrelenmiştir; burun, bir hâfıza, hatta düpedüz zekâ avadanlığı mıdır ki, olmadık bir yerin olmadık bir saatinde burun hücrelerimize temas eden koku partikülleri, beynimizin çoktan kapalı sandığımız bölümlerinde uyuya kalmış hücreleri uyandırmakta ve gerçekte hiç yaşanmadığını sandığımız hayat tablolarını bir rüyâ sahnesinin aralığından bize seyrettirebilmektedir?
Herkes kendi listesini yapsın isterse; benim çocukluğum maltız dumanıdır, keskin sirke, asitfinik, henüz suya basılmamış Sümerbank patiskası, vişne çürüğü, Nuri Leflef kundura cilâsı, kukaya bulanmış esans, pelit hışırtısı, kavak efiltisi, çürümeye yüz tutmuş bostan gazeli, margarin ve kiremit kırığının saçma sapan gibi görünen terkibi...
Yaşanmış olan sadece hatırlanandır; bizatihi yaşanan değil. Kokular bu yüzden kimyâya değil, düpedüz "simyâ"ya dairdir.