Kelepir mevzular

"Emekli siyasetçi" kavramı, kuru ıslaklık, soğuk ateş, lâcivert armut gibi muhâl (imkânsız) bir terkiptir; halbuki bu yazıda, her nasılsa emekliliğe rıza göstermiş bir siyasetçinin neler yapabileceğinden bahsedecektim.

Yazarın kötüsü, yazısına işte böyle muhâl bir fikirle işe başlar ve tıkanır.

İzin günlerinde zaten hafta boyunca mektup dağıttığı mahalleyi gezen postacı fıkrasına bayılırım; mahallelinin biri sormuş, "yahu felânkes efendi, altı gündür mahalleyi kapı kapı turladığın yetmedi mi?"

-Yahu sorma demiş Postacı, "iş stresinden şöyle gönlümce gezemedim bir türlü!"

Siyâset erbâbı da bizim postacıya benzer biraz. Her ne kadar seçimi kaybetmiş, parti, grup, kulis vesaire gibi o caanım muhitlerin uzağına düşmüş olsa da gözü siyasettedir. Emekli subayların formdan uzak kalmamak için barfiks, şınav gibi egzersizlere devam etmesi gibi o da hîn-i hâcette gerek duyulduğu zaman bütün varlığıyla hizmete hâzır ve nâzırdır.

Emekli subay deyince küçük bir askerlik hâtırası nakletmeme izin verirsiniz herhalde; çünkü yazarınız da kendince emekli bir subaydır; emekli subay veya "çağdışı" kalmış bir ihtiyat zâbiti. Çağdışı kalmak tâbirini genç okuyucularımız için izah edelim: Askerliğini yapan her erkek, kanuni süre boyunca her yıl askerlik şubesine görünerek yoklamasını tazelemek zorundadır. Tâ ki, "tamam beyamca, sana ihtiyacımız kalmadı, çünkü sen askerlik çağının dışındasın artık" denilene kadar. Bu süre, yanlış hatırlamıyorsam 42 veya 43 yaş civarında idi; hâlâ öyle midir bilmem. O yaştan sonra artık yoklama yaptırmak gerekmez ve -Allah saklasın- harp-darp çıktığında sefere çağırılan yedek listesinden çıkarılır.

Konuyu dağıtmayalım; askerliğini yedeksubay olarak yapmış herkes bilir ki yedeksubaylık da neticede subaylıktır. Haklı olarak muvazzaf subaylar, yedeksubayları pek subaydan saymazlar fakat vaktiyle omuzlarımıza takmış bulunduğumuz ve her aklıma geldiğinde bana kibrit kutusundaki kav yerini hatırlatan enli şerit (asteğmenler buna domino taşı da derler bazen) bir subaylık rütbesidir.

Neyse, vakt erişmiş, aylardan beri iple çektiğimiz tezkere günü gelmişti. O gün için itina ile sakladığım sivil elbiseleri giyip erat kantinine indim. Postalımı, palaskamı, eğitim elbisemi isteyenlere hediye ettikten sonra bir kısmını haksız yere incitmiş olabileceğim askerlerimle, sanki ağabeylerini uğurluyormuş gibi içten bir sevgi tezahürüyle sarılıp helâlleşmeye başladım. Bu esnada hiç tahmin etmediğim, sair zamanda "böyle olacak" deseler asla inanmayacağım bir şey geldi başıma.

Yahu, Türk ordusunun arslan gibi bir zâbiti (o zaman arslan gibiydik bütün devrelerimiz gibi) böyle enti-püften bir gerekçeyle ağlar mı? Hayır çaktırmayım diyorum, üstelik tanıyanlar bilir, sulugöz biri de değilimdir fakat ağlama arzusu göğüsten kaynıyor ve boğaza yumruk gibi tıkanıyor. Öksürük, aksırık, homurdanma vesaire numaralarıyla pek belli etmemeye çalıştımsa da 3. Batarya eratından ayrılmak pek zoruma gitmişti.

Kışladan ayrılıp otobüs garajına indim; her zamanki gibi yolda rastladığım askerlerin inzibatların selam vereceğini sanıyorum; a, çocuklar tınmıyorlar bile. O günden beri bir askere emekliliğin ne kadar zor geldiğini bilirim; kolay değildir.

Asteğmeninki neyse ama siyasetçinin emekliliği doğrusu katlanır şey değildir; hayır, çok şükür "ben siyasetçiyken..." diye anlatabileceğim bir hâtıram yok ama "empati" diye bir şey var; kendini başkasının yerine koyarak bir başkası gibi düşünmek yani. Düşünüyorum, siyasetten emekli olmaktansa, hiç siyasete bulaşmamak daha iyi.

Bizde eski siyasetçiler, kolay kolay hatıralarını yazmazlar meselâ; sebebini merak ettiniz mi? Yazmazlar çünkü hâtıra yazmak, insanın geçmişiyle hesaplaşması, kendisini ifşâ etmesidir. Oysaki siyasetçinin refleksleri, kendini korumak ve kollamak, siyasi pozisyonunu zaafa uğratmamak, hatasını bile meziyetmiş gibi takdim etmek üzerine şartlanmıştır. Hâtıralarını yazan siyasetçi, biraz da bütün numaralarını çoluğa çocuğa öğretmiş sihirbaza benzer.

İşte o yüzden yazımın bu bölümünde emeklilik çağı gelmiş (yani çağdışı olmuş) siyasetçilere, her daim gündemde kalabilmeleri için basına ne gibi tartışma başlıkları sunabilecekleri hakkında küçük bir yardımda bulunmak istiyorum.

Tamam, Vahdeddin'in hainliği meselesini tartıştık, askerlerin iç hizmet kanununun 35. maddesine tevfikan ikide bir darbe yapmamaları konusu da eskidi. Öyleyse mutlaka mevzu sıkıntısı çekiyor olmalılardır, onun için lâfı uzatmadan takdim ediyorum:

Meclis'te göründüğü iddia edilen hortlak, acaba Ulus'taki eski Meclis binasında vurulup öldürülen Deli Halit Paşa'nın hayâleti miydi? İş Bankası'nın kuruluş sermayesinde Hindli Müslümanların kaç kuruşu vardı? Oyak, domates salçası imâl etmeli midir? Kanun, ud-cümbüş çalınarak kamu hizmeti ifâ edilir mi? Vaktiyle vakıf mülkü iken devletin mal varlığına geçirilen gayrimenkuller, asıl hak sahiplerine iade edilmeli midir? Niçin otobüslere 44 yerine 24 koltuk konulmuyor? Şanlı Yavuz zırhlısını kimler jilet yaptı?

Nasıl ama?

Merak etmeyiniz, işbu tartışma mevzuları üzerindeki bütün te'lif haklarımdan feragat ediyorum. Maksat memlekete hizmet.

Aynen siyasetçilerimizin, "niçin siyasete atıldınız?" sorusuna verdikleri cevap gibi.


Kaynak (Arşiv)