İmam
Hayır, "The İmam" değil (zaten filmi henüz görmedim bile), aslî imlâsiyle ve illâ bir harf-i ta'rif, yani artikel gerekiyorsa "El İmam" bugünkü dersimizin konusu.
Evvela bir imamın anlattıklarını dinleyelim de "İmam" kavramının, zihnimizde hangi türden tedailere yol açtığını bir kere daha gözden geçirelim:
"2001 yılında cami bahçesinde 2001 adet 33 çeşit lâle yetiştirdik. Külliye içinde Alvarlı Efe Hazretleri'ne tahsisen aldığımız kütüphanede hat dersleri verdiğimiz talebeler, lâle konulu 66 eser hazırladı. Bu eserler camiin girişinde ana tonozda sergilendi. Bu etkinliği hazırlarken müftülüğe sormamıştık. Ertesi sene 63 çeşit gül yetiştirdik. Efendimiz'in her bir yaşı için bir çeşit gül. Her birinin rengi, kokusu farklı. Yine talebelerimiz 92 tane gül konulu eser hazırladı. Bu kez müftülükten izin istedik. Cevap şöyleydi: "Cami bahçesinde gül sergisi açılmaz. Bu tür hevesleriniz varsa akademiye gidin..."
Hayır "öyle olsa kim bilir ne güzel olurdu" kabilinden ütopik bir pasaj nakletmiyorum sizlere. İnanması güç ama, eski tabirle "ayniyle vaki" cereyan eden hadiseler bunlar.
Devamı var, müftülük, "sanata gayretiniz varsa akademiye gidin kardeşim, camide bu işler bizi bozar" makamında cevap yolladıktan sonra bizim İmam yılmıyor. 63 gülü avludan çıkarıp saksılara yerleştiriyorlar ve programı Cemal Reşit Rey'e taşıyorlar.
"Kim bu imam" diyeceksiniz şimdi; yağma yok. Merak eden hikayenin gerisini 589 sayılı Aksiyon'dan okuyacak (Ülkü Özel Akagündüz'ün "Bir İmamın Sıradışı Mücadelesi" başlıklı haberi). Lakin dayanamayacağım, sözü edilen imamın sadece mücadelesi değil kendisi de sıra dışı: Hattat Hüseyin Kutlu.
Hikâye 1976'da Hüseyin Hoca'nın Hekimoğlu Ali Paşa Camii'ne tayini ile başlıyor. Hüseyin Kutlu İstanbul Üniversitesi'nde felsefe okuyup mezun olmuş; yakın çevresinin itirazlarına rağmen meslek olarak imamlığı seçmiş. Buna "meslek seçmek" denilmez aslında, "meşrep seçmek" demelidir. Bizde mesleğiyle meşrebini üst üste getirmek talih işidir, geçelim. Tayin yerine gelince bakıyor ki Hüseyin Hoca, koca camide öğle namazının 4 kişilik cemaati var. Camiin külliyesi harap. Kütüphane berduşhaneye dönmüş, avlusunda kurbanlık koyun alınıp satılmakta, sebil musluğu ise su görmeyeli sanki asırlar olmuş. Haziredeki mezar taşları rastgele sağa sola yıkılmış.
"Nesin sen burada" diye sormuş kendine, el cevap "İmam", "Öyleyse Ali Paşa külliyesinden sorumlusun" "Peki seni kim sorumlu kılıyor?" "Ben kendimi sorumlu kılıyorum", "E, yetkin ne?", "Yetkim yok ama ben kendimi yetkili tayin ediyorum."
İstanbullu okuyucuların boynuna borçtur; bir fırsat icad edilip Hekimoğlu Ali Paşa Camii'ne gidilmeli, her bir şeyi dünya gözüyle görmeli, Yazar doğru mu yazmış, Hüseyin Hoca doğru mu söylemiş, eksik mi bırakmış tedkik edilmeli. İstanbullu olmayanlar ise (http://www.turkislamsanatlari.com) adresini tıklayıp, 1976 senesinde mütevazı bir imamın vazife şuuru ve emaneti "hüsn-i muhafaza" gayretiyle başlattığı çalışmaların hangi noktaya eriştiğine şahit olmalı.
Ve sonra oturup bir güzel düşünmeli; niçin din görevlilerimiz arasında kendini sigâya çekib de, durumdan vazife çıkaranların sayısı istisnâ kabilindedir? Eminim ki Hüseyin Hoca, emâneti hüsn-i muhafaza konusunda yalnız değil ama kalabalık oldukları da söylenemez.
Üstelik Hüseyin Kutlu Türkiye'nin kalburüstü hattatlarından; Konya doğumlu ama rûhen ve fıtraten doğma-büyüme İstanbul evlâdı. Başka türlü nasıl olur da bir imam, camiin bahçesinde (az buz da değil birader?) 33 çeşit lâle, 63 cins gül yetiştirmeye, avluyu botanik bahçesine, mescidin ana giriş koridorunu ise sanat galerisine çevirmeye kalkışır? Belli ki harab vaziyetteki Hekimoğlu Ali Paşa külliyesi ile genç imam Hüseyin'i buluşmaya sevk eden kader, iki verimkâr tohumu aynı toprağa düşürmüştür.
Öyledir, her cami Hekimoğlu Ali Paşa külliyesine benzemez; camilerimizin çoğu, en düşük seviyede tecelli eden bir "Hacıemmi" zevkinin zebûnu olarak yüzüne bakılmaz, içine girilmez, girilse de insanda bir an evvel vazifeyi edâ edip savuşmak hissi uyandıran mekânlardır. Avluyu geçerken abdesthane kokusu, içeri girerken ayakkabılıktan yükselen fecî kokulardan yeterince yılgınlık geçirmemiş iseniz, mescid hariminde halılara kadar sinmiş ucuz esans râyihası ile bedmest olmanız işten değildir. Cami avlusunda çiçek veyahut ıtırlı ağaç görmek, çölde vahâya rastlamak kadar zaif ihtimâldir fakat asıl ihyâ ve âbâd edilmesi gerekenler de kıyı-bucaktaki kötü nümûneler değil midir zaten?
Onlar hep kötü imajla tanıtıldılar; yeme-içmeye düşkün, cahil, tembel, mutaassıp, kurnaz diye bilindiler; hatta "Vurun Kahpeye" filminde Yunan işbirlikçiliğine bile lâyık görüldüler.
Eskiler, "yokluk adam yokluğu" derken doğru hedef kestiriyorlardı ama doğru adamı bulunca "git hevesini akademide gider" demek de bir başka boyutta adam kıtlığı çekmek değil midir? Ben bu imamı çok sevdim; gıyabında tanıyordum zaten, "hatt"ından biliyordum, şimdi eserleriyle de gönlüme girdi.
Lâle diken, Elif çeken, gül budayan ellerin dert görmesin hocam; Hakk'ı tavsiye eden dilin, insanları hayra ve güzelliğe davet eden sa'y ü gayretin artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin.