İlle de benim konforum!

Bu satırları hangi şartlar altında yazdığımı bilseydiniz, muhtemelen yazarına karşı merhamete bürünmüş bir şefkat hissi duyardınız. Fizikî şartlar bakımından asla şikayet edilmemesi gereken bir büroda, sivri uçları verev biçimde kırılarak muhtemel ofis içi kazalara tedbir alınmış postmodern bir masada oturmaktayım. Daha önce hiç üçgen biçiminde bir masada oturmamıştım; bu yüzden yazının ana fikrine yoğunlaşmak yerine, tâ lise yıllarından beri her gencin zihnine musallat olan hipotenüs problemleriyle, meselâ oturduğum kenarın, sağımda kalan köşeyle kurduğu gizli cosinüs alâkaları ile uğraşıp duruyorum. Büro şık, dört misafir koltuğu, bir televizyon, klima cihazı, yarım metre kalınlığında günlük gazete ve dergi ve sair büro mefruşatı ile donatılmış bir yer burası. Ne var ki insan yine de konforda alışık olduğu şahsi standartlarını arıyor. Burası gazetenin Yenibosna semtindeki merkez binasının dördüncü katı; geçici olarak işgal ettiğim büro ise Türkiye'nin en acar ulaştırma habercilerinden Güntay Şimşek'in çalışma odası. Güntay'ın yokluğunda, onun bir köşesi dik açılı müselles masasına yerleşip bu yazıyı düzene koymaya çalışmak kolay iş değil benim için. Rahatlık batıyor bir kere; telefonu kaldırıp, hesabı gazete tarafından tediye edilmek üzere çay ısmarlamak hiç de mûtadım olan bir lüks sayılmaz benim için. Bugüne kadar çayımı mini tüpgaz ocağının üstündeki çift katlı alüminyum demlikte pişirmeye, kirli bardakları lavaboda kendi elceğizimle yıkamaya, öğle yemeklerini manav İhsan ve Osman kardeşlerin dükkânından aldığım domates, Tokat biberi, üzümle geçiştirmeye alışmışım ben. Ziyaretçilerim masamın gözlerinde ilim ve irfan katsayısını artırmaya yönelik kitap, dergi, rapor cinsinden basılı evrak veya delikli zımba, kalem açacağı, zarf"kâğıt gibi kırtasiye malzemesi bulunduğunu zannederler ama aslında her bir çekmecesinde kurumuş zeytin, bayatlamış ekmek, bekletilmekten tahtaya dönüşmüş kaşar peyniri cinsinden yiyecek şeyler veya bıçak, çatal, kaşık, tabak emsâli mutfak malzemesi bulunduğunu benden başka kimse bilmez. Tertipli düzenli masaları da katiyyen sevmem. Saat başı masasının tozunu alan, topluiğne kutusundaki iğneleri bile hizasında tutan, israf olmasın diye mektup zarflarının ters yüzünü bile not kâğıdı niyetinde kullanmaya kalkışan pimpirikli tiplerden biri değilim. Bana göre masa tozu, dehânın tarlasıdır. Güntay'ın masası ise bürosuna lâf olsun diye masa koyan ve ancak hatırlı bir misafir geldiğinde masanın ardına geçerek profil gösteren bir işadamının titizliğini aksettiriyor. Nasıl rahat olabilirim ki?

Sizlere çaktırmadan kirliliğin ve pasaklılığın görünmeyen faziletleri üzerine yüzü şekerle kaplanmış bir telkinde bulunmak niyetinde değilim; pasaklılık pasaklılıktır. Bütün mesele pasaklılığın hangi noktadan sonra başladığında düğümleniyor. Kezâ insanın alışık olduğu konfor seviyesini ararken, ezkazâ kendini daha hijyenik bir atmosferde bulduğunda mûtadını özlemesi nasıl pasaklılık olarak nitelendirilebilir?

Anlamış olsanız gerektir: Sadece gazete çalışanlarına yönelik bir hizmet içi eğitim seminerinde "moderatör"lük yapmak üzere dört günden beri İstanbul'dayım. Moderatör ne demek ola diye merak ederseniz, itiraf edeyim ki bilmiyorum. Gazetenin sevimli ve hamarat Halkla İlişkiler Müdiresi Saadet Hanım'ın hazırladığı program taslağında bu kelimeyi görünce peşinen "sakın kötü bir şey olmasın" diye itiraz ettim. Akabinde, "Hocam kötü bir şey olur mu? Bir toplantıyı yöneten, tartışmaların aşırı uçlara doğru kaymasını engelleyerek denge unsuru olan kişi; 'modere' fiili kontrol etmek, düzenlemek, yanlışlıklardan arındırmak anlamlarına geliyor" yollu derli toplu bir açıklama gelince içimden "iyi yahu, fena bir şey değilmiş" diye müsterih oldumsa da, "Türkçesi yok mu bunun; yönetici diyelim meselâ" cümlesiyle atağa geçerek vaziyeti kurtarabildim. Hâsılı dört gün boyunca sabahın sekizinden öğleye kadar Türkiye'nin her köşesinden gelen genç habercilerle beraber olduk; öğleden sonra ise, "Ahmet Ağabey'e İstanbul'u nasıl sevdirir, onu nasıl eğlendiririz" fikriyle harekete geçen mutfak çalışanlarının (ki hayatı haber haline getirme safhasında emeği geçen herkesi kapsıyor bu "mutfak" tabiri) birbirinden cazip tekliflerini göğüslemek için büyük mücadeleler vermek zorunda kaldım. Hemen hepsini tereddütsüz reddettiğim bu tekliflerden birkaçını sıraladığımda hâlimi anlayabilirsiniz: Balona binip Kadıköy'ü yerden iki yüz metre yukardan seyretmek, Tophane'de nargile sefası yapmak, Dolmabahçe Sarayı'nı gezmek, Laila civarında sosyo"kültürel bir ibret sondajında bulunmak, Yeşilköy sahillerindeki Figaro sebze lokantasında "otçul" bir öğün geçirmek vb...

Nankörlük etmeyelim; son teklifi reddedemedim çünkü içlerinde "kifâfı nefs eylemek"le ilgili en mâkul ve câzip teklif oydu. Yolu düşenlere kesinlikle tavsiye ederim; evet mönüsünde birbirinden çılgın ve lezzetli nebatât yer almakla birlikle, fazlaca ısrar gösterenlere hardal otu yaprağı ile servis yapılan hamsi kızartması da takdim ediliyor. Tek kelimeyle müthişti; akabinde gelen taze incir tatlısı tahammülfersâ bir keyfiyet.

Lâkin ne de olsa eziyet; ille de kendi konforum, ille de kendi konforum!


Kaynak (Arşiv)