Helâl sana be sosyete güzeli!

O gün bütün kanallar nifak, kışkırtma, kavga, kapkaççı haberleriyle çekilmez haldeydi. Yorgun argın geçen bir günün ardından geceye böyle berbat haberlerle başlamak hiç de hoş değil doğrusu; ama bir dakika, o da ne? Ekranda bir alt yazı, "Sosyete güzelleri kafile halinde umreye gidiyor; az sonra!"

"İşte bu güzel bir haber" dedim kendi kendime; oturup kuzu gibi yüksek sosyetemizin umreye nasıl gittiklerini beklemeye başladım. Az sonra kimi cicili-bicili, kimi daha sade ama hepsi de son derece şık giyinmiş, takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş onlarca hanım ekrana gelmeye başladılar. Manzara taşrada hacı uğurlama törenlerine benzemiyor pek; en azından ortalıkta tornadan çıkmış gibi birbirinin aynı çantalar, valizler, denkler, hurçlar görünmüyor. E, ne de olsa yüksek sosyete hanımları.

Bunlar dönerken oradan hurma, battaniye, tesbih, takke filan da getirmezler ha, bakınız şuraya yazıyorum!

Sosyete sayfalarına ara sıra baktığım olur; merak ederim, "acaba asâletin on para etmediği bir toplum yapısından gelen ahalimizin sosyetesi nasıl oluyor" diye. Peşin fikirlilikten midir nedir, içlerinde insana sıcak ve cana yakın görünen pek az kişi vardır gibime gelir. Lâkin o gün umreye gitmek üzere Atatürk Hava Limanı'na gelen sosyetik hanımların hepsi de pek güzel, pek hanım hanımcık göründü gözüme. Evvelâ başörtüsünün hanımlarda tek başına inşâ ettiği bir câzibeden söz etmek gerekir. Başörtüsü çehreyi çerçeveliyor, hele koyu renkli ise dalgın nazarları bile üzerine celbediyor; hanımların tabii güzelliğine fazladan şeyler ilâve ediyor. Kimsenin başını açması veya örtmesini kendime dert edinmem ama başörtüsü, eşarp veya türban kelimeleri geçince tüyleri diken diken olan taifeye hatırlatmak isterim ki bir hanımın saçlarını ve başını örtmesi kadar ona yakışan pek az şey vardır. Buna mukabil ilerlemiş yaşlarında bile saçını örtmemekte direnen hanımefendilerin etvârında hep bir gizli bir hüzün sezer, üzerime vazife olmasa bile üzülürüm. Onlarda ninelerimizin simâsında görmeye alışkın olduğumuz o cicilik, o cana yakınlık, o bilge edâsı, o mahalle ve aile büyüğü tavrını bir türlü bulamam. Eski yerli filmlerdeki cadaloz ve kavgacı karakter oyuncularını hatırlarım.

Farkındayım, bu düşünceler Cumhuriyet'in ve anayasanın temel ilkeleri ile arası hafif şekerrenk fikirler ama meseleye bir "estet" nazarıyla yaklaştığımı en sert ve önyargılı bilirkişiler bile takdir edeceklerdir; burada kamu düzeni hakkında değil, hanımların tabii güzelliğini artıran tamamen sübjektif faktörler üzerinde mütalaa yürütüyoruz.

İşte umre yolcusu sosyetik hanımlarda da böyle bir babaanne, teyze, kardeş edâları sezdim; yakın akraba, komşu ve tanıdık imişler gibi bir sıcaklık hâsıl oldu.

Halbuki onlarla ben ayrı dünyaların insanlarıyız.

Bana kalırsa soyumuzun uzak kökleri arasında mutlaka çok âsil, çok fâzıl ve çok zengin hanedan mensupları bulunuyor ama bu tamamen bir hislenişten ibaret. Hani, "bana öyle geliyor ki" cümlesiyle başlayan temennîler gibi. Ne yazık ki bu güçlü sezgileri belgeleyecek verilerden mahrumum; baba tarafından ceddimin ismen bildiğim en uzak atası bir esnaf; esnaf dediysek düpedüz bakkaliye işleri. "Sıradan bir gerçeğin mis gibi teoriyi berbad etmesi" vecizesi, bu gibi haller için söylenmiş olsa gerektir.

Bazıları pek heyecanlı teyzelerimin, onlar henüz bu yollarda yeniler; ama çoğunun ikinci seferi, "ah çok güzel oluyor, orada bambaşka şeyler var, başka güzellikler var" diye konuşuyorlar mikrofona. Kameraman ise tabir caizse hergelenin biri; giriş kapısından salona doğru yürüyen sosyete hanımlarını evvela ayaklarından başlayıp yukarı doğru tarayarak çekiyor; en son makyajla birlikte gözlük, eşarp, kolye, çanta gibi ayrıntıları zumlayarak bizim gibi karabudun Türklerinin sosyete hakkında bilgi sahibi olmasını umuyor çocukcağız.

Bir hanım kalıcı makyaj yaptırmış yüzüne; "kalıcı makyaj" kavramını ilk defa o esnada duydum, diyor ki, "ay bilseydim yaptırmazdım elbette, aylar öncesinden umreye gideceğimi nereden bilebilirdim değil mi ama; ne yapalım Allah kabul eder inşallah" derken kenardan bir hanım söze karışıyor, "orada hanımlar makyaj yapabiliyor" diyor, "ben çok gördüm; hele gözlerine sürmeler çekiyorlar bööyle, çok güzel oluyor, mahzuru yok şekerim!"

Sonra şık çantalarını kavrayıp, etrafa gülücükler dağıtarak biletleri ellerinde uçak kapısına doğru yürüyorlar.

İmrenmek nedir orada anlıyorsunuz işte. Bu dünyada paranın satın alabileceği en güzel şey, böyle bir umre yolculuğundan başka ne olabilir ki? On-on beş gün arkadaşlar, eş-dost arasında sanki izci kafilesi imiş gibi neşeyle umre heyecanı yaşamak kadar güzel ne olabilir ki?

"Helâl olsun be sosyete güzelleri" dedim içimden, "yolunuz açık olsun; inşallah oradan daha da güzelleşmiş ve mânen zenginleşmiş olarak dönersiniz."

Sulugöz değilimdir; baktım sesim çatallanmış, yüreğim kabarmış. Bu durumu kendime izah ederken, uzak atalarımdan tevarüs eden âsil hislerin, bu vesile ile gün yüzüne çıkmış olabileceğine hükmettim. Aksi takdirde sosyeteye bu derece ilgi duymamın mantıklı hiçbir açıklaması olamazdı.

Ee, dalıp gittiniz bakıyorum; haydi haydi, darısı sizlere bizlere inşallah; nasib olur biz de gideriz güle oynaya...


Kaynak (Arşiv)