Hedef Osmanlı: Atış serbest!
Yazarın biri, kapı önüne ayakkabı bırakmanın çirkinliğini savunmuş; gerekçe olarak diyor ki, "Zındık olduğumdan, kefere gibi yasadığımdan, Frenk eğitimi aldığımdan da değil; bu 'geleneksel örf ve âdetinizi' sevmiyorum kardeşim. Var mı ötesi?
Bu yüzden de girişinde ayakkabı çıkarılan evlere gitmiyorum, darılmazlarsa hatırım kalır." Kendi evine girerken ayakkabısını çıkarmaktan nefret edermiş. Misafirliğe gittiğinde eski püskü, eprimiş, kim bilir kaç kişinin mantarlı ayağına temas etmiş pis terlikleri giymekten hazzetmezmiş.
Mümkündür, kendi tercihidir; ama elmalarla armutları karıştırmamak kaydıyla.
Biz evlerimize ayakkabı ile girmeyiz; ama ayakkabıları da kapı önünde bırakmayız. Ayakkabılar içeriye alınır ve ayakkabı dolabına konulur. Kapı önüne ayakkabı bırakmak, yazarın da vurguladığı üzre göçebelik hayatına atıfta bulunan, çadır ve oba kültürüne dair bir alışkanlıktır. Apartman düzeninde zaten pek dar tutulan merdiven ve kapı sahanlıklarına ayakkabı bırakmak suretiyle geçişi engellemek en azından komşu hukukuna riayetsizliktir.
Kendisi evine ayakkabı ile girermiş; ayakkabılarını çıkarınca kendini çıplak gibi hissedermiş; evidir, paşa gönlü nasıl isterse öyle davranır; ama o evde nasıl çocuk büyütülür, nasıl ibadet edilir o ayrı.
Terlik meselesinde ise haklıdır; gelen misafire belki hastanelere girişte giyilmesi mecbur tutulan cinsten naylon galoşlar giydiremeyiz; ama bu hususta hassasiyet sahibi olanların gönül ferahlığını temin edecek derece temiz terlik sunmak ev sahipliğinin vecibesidir.
Yazar devam ediyor:
"Niçin Osmanlı mimarisi 'dış süse' hiç önem vermemiştir? Süleymaniye gibi, Selimiye gibi ulu anıtlarımız niçin dışarıdan birer taş yığını görünürler?"
Terlikten Osmanlı mimarlığına nasıl geçilir meselesine takılmayalım; zekânın böyle dikine sıçramaları olur bazen; özellikle asabiyet hallerinde muhayyilenin daldan dala konması pek tabiidir.
Lâfı getirmeye çalıştığı yer bellidir; "Osmanlılar da uzak ataları gibi göçebe asıllıydı. Göçebeler çadırın içini süsler, kapı önünden başlayarak dışına ve dış görünüme aldırış etmezler; Osmanlılar da camilerinin dış cephesine işbu "genetik arıza" sebebiyle aldırış etmemişlerdi diye kuruyor mantık muhakemesini.
Osmanlı'yı bilmiyor, mimarlık bilmiyor, tezyinat hakkında da fikri yok; ama uykuyla uyanıklık arasında sayıklar gibi yazıyor. İslam sanatından haydi haydi habersizdir. Gözleri de haylice bozuk olmalı ki; belli ki "dış cephe süslemesi" deyince aklına Avrupa'da emsâlini bol bol gördüğü Gotik, Barok, Rokoko veya Ampir tarzı dışa doğru taşkın veya Tekstil üslupta zemin üstünde nihayetsiz tekrarlarla dolu tezyinat biçimleri geliyor.
Cahil cesur olur derler ya, yazar sorularına devam ediyor. Merak kasdıyla sorsa ne âlâ, öyle yapmıyor, en hafifinden "tezyif" kasdıyla sual şekli verilmiş tesbitlerini bir bir sıralıyor:
"Niçin Osmanlı kamu binalarını taştan, konutları tahtadan yapmıştır ve düzenli olarak birkaç on yılda bir çıkan her yangında İstanbul'un yarısı yok olup yeniden kurulmuştur? Niçin Topkapı Sarayı 'kompakt' bir yapı değil, birbirine eklemlenmiş bir taş çadırlar bütünüdür?
Sual tarzından tesbitlerin pek zekîce ve cevap verilemez türden olduğu şeklinde bir intiba çıkıyor; değildir. Yazarın soruları bilakis acemice, hatta daha ziyade "naiv" intibaı veren bir sathiliği aksettiriyor. Müşkül şurada ki sorular esasen yanlış bilgi üzerine bina edildiği için, aynı tarzda cevap verilmesi de bâtıl hükmüne geçecektir. Meselâ Osmanlı kamu binalarının taştan inşa edilmiş olduğu, yanlış bilgiye dayanıyor; bu bilgi ancak 19. yüzyıl için kısmen geçerli olabilir. Bir kere yazarın anladığı mânâda 'kamu binası' kavramı yoktu Osmanlılarda; "o modern bir fikirdir" denilse anlayabileceği şüphelidir. İmaretler, hamamlar, medreseler, hanlar, camiler ekseriyetle taştan inşa edilmişlerdir ama şimdiki mânâda kamu binası sayılmazlar. Tamamına yakını vakıflar aracılığı ile yaptırılmış eserlerdir. Kaldı ki Osmanlılarda, bugünkü "resmi daire" karşılığı, mülkiyeti kamuya ait binalar yakın zamanlara kadar mevcut değildi; çoğu da ahşap ve kagir olduğu için zamana dayanamamıştır. İmdi böyle bir suale nasıl doğru cevap verilir?
Topkapı'nın 'kompakt' bir yapı olmayıp, birbirine eklenmiş taş çadırlar bütünü olduğu iddiasını ele alalım. Topkapı külliyesinin (külliye'yi yapılar topluluğu mânâsında kullanıyorum) eklektik olduğu doğrudur; ama o külliye içinde Adalet Kulesi haricinde külliyenin genel âhengine aykırı yapı yoktur. İşin doğrusu Osmanlılar 'kompakt' kavramından elbette haberdardı. Selatin câmilerinin mimarlığı bütünlük fikrinin taşa islenmiş kasidesi gibidir çünkü; istemiş olsalardı, en kötüsü Dolmabahçe ayarında olmak üzere (Çünkü Dolmabahçe'nin mimarlığı hakikaten pek fenadır), Çırağan, Beylerbeyi emsâli 'kompakt' saraylar yaptırabilirlerdi. Topkapı'nın eklektik mimarlığı, tamamıyla Osmanlı hanlarının hayata ve eşyaya bakışını aksettiren son derece tutarlı bir örnektir.
"Evlerini niçin ahşaptan yaptılar da her yangında kavruldu gitti" sualinin muhtevâsına gelelim; sâfiyet itibarıyla "Osmanlılar niçin eyaletlerini sömürge yapmadılar" veya "Ekonomide niçin sermayeyi temerküz edip ticari ve sınai sermaye oluşmasına meydan vermediler" merakından farksızdır.
Yazar, suallerinde gerçekten samimi ise ve öğrenme iştiyakiyle soruyorsa gereğini yerine getirmelidir. Bu yaştan sonra bir ehlini bulup kemâl-i edeple öğrenmeye hazır mıdır bilmem; en doğrusu, yazarın bilge mimarımız Turgut Cansever'in boş vaktini bularak nice bin ricâ ile cehlini aydınlatmaya tâlib olmasıdır.