Evet evet, irtica arttı!
Pancu'nun şu 3-4'lük maçta astarı yüzüne gelecek şekilde ters giydiği mavi kaleci kazağı meselesi kafama takıldı. Daha maç bitmeden işi-gücü futbol maçları hakkında gevezelik ve hatta dedikodu üretmekten ibâret zevât, forma meselesini tartışmaya başladı. Aradan yarım saat geçmeden Beşiktaş yetkilileri açıklama yaparak, Pancu'nun kalecilik yaptığı bu unutulmaz maçın hatırasını yaşatmak üzere forma basacaklarını ve satacaklarını ifade ettiler. Haftasına kalmadı sözlerini yerine getirdiler; şu günlerde sıkı Beşiktaşlılar herhalde kırıp-sarıp bir "3-4" forması alıyorlardır herhalde.
Belki hâlâ konunun ne derece ehemmiyet taşıdığının farkında olmayabilirsiniz ama futbol kulüpleri açısından forma satışından elde edilen (veya elde edilmesi beklenen) gelir, milyon dolarlarla ifade edilen ciddi rakamlar. Mesela Fenerbahçe'nin son transferi Anelka nam yiğidin transfer ücreti, ilk günlerde sırtında Anelka yazılı forma satışıyla karşılanabilecek tarzda hesaplar yapılmış; ne var ki bu futbolcu beklenen randımanı veremeyince forma satışlarında düşüş görülmüş. Öyleyse son derece ciddi bir sektörle karşı karşıya bulunuyoruz demektir; forma sektörü!
Forma deyip geçmeyelim; benim de birkaç defa İstiklâl Caddesi üstündeki Küçükparmakkapı Sokağı'nın sonundaki, Hasnun Galib'e mücavir sapa bir yerde duran mağazadan forma almışlığım vardır. Geçmeyelim, çünkü kaldırım seyyarlarında veya ucuz konfeksiyon ürünü satan dükkânlarda beş liraya satın alınabilen bir formaya "orjinaldir" diye beş-altı kat fazla para ödemek insanın zihninde derin izler bırakıyor; insanı, "âlemin enâyisi ben miyim" diye düşünmeye sevkeden derin bir iz. Kendi keyfime kalacak olsa değil bir büyük takımın forması için o kadar para ödemek, rahmetli Metin Oktay'ın son maçında giydiği forma için bile -bir simit parası kadar olsun- para ödemeye yanaşmazdım. Ne var ki yetişkin evlat sahibi olunca, zihnen iştirak etmediğiniz bazı şeyleri yapmak zorunda kalabiliyorsunuz; küfeyle para ödeyip forma almak gibi.
Eğri oturup doğru konuşalım; forma sadece spor yapmak için giyilen bir esvaptır; kaldı ki spor yapmak için illâ sportif bir esvap giymek de gerekmiyor lâkin son zamanlarda refah seviyemiz haylice artmış olmalı ki, fazla kilolarından kurtulmak için ahir ömründe sabah yürüyüşüne çıkmaya başlayan haminnelerin bile, günün ve o esnada yapmakta oldukları şeyin mânâ ve ruhuna münasip şeyler giymekte olduklarını görüyorum. Tabii bu noktada aklıma hemen spor yapmak için üretilen ve bazı sporcular tarafından da ara-sıra kullanılan eşofmanın (ki bizdeki yaygın ismi "eşortman"dır nedense!), halkımızın neredeyse kaahir ekseriyeti tarafından yatak ve piknik kıyafeti olarak kabul görmesi geliyor. Sadece pijama olarak kullanılsa neyse, çarşı-pazarda eşofmanla dolaşanları gördükçe Türkiye'nin iyiden iyiye şekil ve muhteva değiştirdiğini görüp ürküyorum. Biz ki, çarşıya çıkarken Cumhuriyet balosuna gidiyormuş gibi hâl ü etvârını tanzim eden, saçını tarayan, pantolonun ütüsü bozulmaya yüz tutmuşsa, "Kasap Behçet efendi beni bu kıyafetle görürse ayıplar; manava bakacak yüzüm kalmaz" diye titizlenen bir babalar ve dedeler kuşağının evlâtlarıyız! Eğer onlar ortalık yerde "şıpşıp" ve her tarafından salkım saçak dökülen eşofmanlarla gezinenleri görselerdi mutlaka çok üzülür, "irticâ almış başını yürümüş" diye kahırlanırlardı.
Evet efendim bu bir irticâdır; "çok daha rahat oluyor, biz de giyiyoruz, hem sen o eşofmanların kaç lira olduğunu biliyor musun bakalım" neviinden itirazlara aldırış etmem. İrticâın arttığından tedirgin olup sık sık huysuzlanan çevreler, eşofmanla çarşıya çıkan gereğinden fazla rahat muhitleri kasdediyorlarsa, onlarla hemfikirim efendim.
Geçenlerde ünlü Türk filozoflarından bazılarının gevezelik ettiği bir futbol programında farkettim; kadıncağız el kadar sabîyi (altı aylık mıdır nedir) kaptığı gibi Fener'in maçına getirmiş; çocuğun ağzında ise sarı-lacivert renkli bir yalancı meme!
Vay canına! Eski kaynanaların adı çıkmış vallahi; onlar işte bu gibi durumlarda "oğlumun aile saadeti bozulacak" diye fütur getirmeksizin el kadar sabî ile kapı kapı gezen gelinlerini tuttukları gibi annelerinin evine yollayıverirlerdi ve haklılardı. Ne var ki futbol kulüpleri, üç beş kuruş para kazanmak uğruna taraftarlık duygusunu derinleştirmeye, hatta resmen ve alenen saplantı haline getirmeye çalışıyorlar. Manzaraya bakınız: Battaniye, terlik, emzik, bardak, meyve suyu, kredi kartı, fincan, kaşkol, çorap, fanila, kasket, nevresim, yastık kılıfı derken neredeyse bütün çarşı-pazarı üçe bölerek gelirini paylaşacak derecede renklerini marka haline getiriyorlar. E, kocaman kadın dört aylık bebeğini alıp serin bir bahar akşamı maça götürür ve ağladığı zaman da ağzına sarı-lacivert renkli bir emzik tıkayıverirse o sabînin ilerde fanatik taraftar olmaktan başka şansı kalmaz ve fanatik dediğin, takımının renklerini taşımayan su bile içmez.
Fincan dedim de aklıma geldi; bir okuyucum beni kızdırmak için üzerinde 1907 yazılı bir kupa hediye etmişti vaktiyle; sırf nefsim terbiye ve tezkiye olsun diye kırmayıp muhafaza ettim; geçenlerde "şununla biraz kahve içeyim" dedim, inanmazsınız fincan kahrından çatır çatır sesler çıkararak çatladı.
Hayır, yapıyorsunuz bari iyisini imâl ettirin şu renkli şeylerin birader!