Evet, bu bir tehdittir!..

İftiharla belirtmek isterim ki ben, oturup da televizyon dizileri hakkında yazı yazmaya ehil birisi sayılmam; hayır, küçümsediğimden, "ağır entellektüeller sıradan şeylerle uğraşmaz" kasıntısından değil. Kantarların topu birden bozuk değilse yazarınız "ağır" olmaya ağırdır; felsefî dille söyleyecek olursak "empirik bir olgu" bu lâkin entellektüelliği ne başkaları bana izâfe ettiler, ne de ben kendime yakıştırabildim.

Pozisyon itibariyle dizi seyretmemi engelleyen zihnî ve mânevi bir engelle karşı karşıya değilim ama yine de diziler hakkında ahkâm kesmeye kendimi ehil hissetmiyorum. Bazen, "benim kimden neyim eksik?" kavliyle azmedip, bir diziye başından sonuna sabretmeye niyet ettiğim olmuyor değil. Ne mümkün efendim; eğer o esnada kayınvalidem de aynı diziye mıhlanmamışsa ilk fırsatta bir başka kanala geçiveriyorum. Zap âleti harika bir icat; hatta televizyonun kendisinden bile önemli ve değerli. Akıl sağlığımızı, tansiyonumuzu, âsâbımızı tanzim etmesi bakımından değme müsekkinden daha şifâyâb bir vâsıta. Şimdi konuyla ne ilgisi var diyeceksiniz; "şifâyâb" kelimesini yeni neslin kısm"ı küllisi belki hiç duymamışlardır fakat Havzalıların tekmili birden bilir, zira kaplıcaları ile meşhur şirin Havza'mızın her köşesinde bu kelimenin de yer aldığı bir vecize görürsünüz: "Havza kaplıcalarında şifâyâb oldum". İmzânın kime ait olduğunu söylemeye gerek var mı? İki yıl önce Padişâh yâveri sıfatıyla ziyaret ettiği Almanya'nın Karslbad kaplıcalarında böbrek ağrılarına çare arayan Mustafa Kemal Paşa, 1919 Mayıs'ı sonlarında Samsun'dan Amasya'ya geçerken Havza'ya da uğramıştır. Bu söz, o esnada söylenmiştir ve Havzalılar haklı olarak şirin ilçelerini en güzel biçimde niteleyen bu sözlerle gurur duymaktadırlar.

Zihnin böyle garip elektriklenmeleri, hatta "kısa devre" çaktırmalarıyla faz değiştirmeleri de varsa da bu köşenin müdavimleri alışkındır; onlar hoş görürler, biz konuya devam ederiz.

Televizyon dizileriyle en laubâli alâkam, mâlumunuz üzre "Ekmek Teknesi" üzerine yoğunlaşmış bulunmaktaydı. Uzunca bir yaz tatilinden sonra ekran başına geçince ne görelim: Necibe gitmiş! Şimdi böyle bir moda çıktı; günün birinde senaryo üzerinde dandik bir kalem oyunu yaparak sanatçılardan birini ortadan kaldırıveriyorlar. Necibe varmış, yokmuş, işin o faslında değilim lakin Recai Beyefendi'nin hâs"ı mahbûbu Kunduracı Faruk Usta'yla hasbıhal ederken acı hakikatle muttali oldum ki dizi, Necibe'nin münasebetsiz terk"i diyârı ile mühim miktarda kan kaybetmiş. "Ne kan kaybı yahu, ekmek teknesi su alıp yan yatmaya başladı." diye ikaz etti Faruk Usta. "O günden beri seyretmiyorum, hatta televizyonun olduğu odadan bir şey almam icab etse ellerimi at gözlüğü gibi yaparak ekrana bakmıyorum." deyince fark ettim ki "moda tabirle" mesele bir hayli çok boyutludur ve ciddi derecede vahimdir (Ey okuyucu, "bu nasıl Türkçe" diye mektup yazmaya kalkışmayınız, dedik ya moda tâbir diye).

Necibe'nin iftirâki (ayrılışı) ile Ekmek Teknesi en câzib unsurlardan birini kaybetmiş ve âdeta o günden beri inandırıcılığını kaybederek gerçeküstü ama alabildiğine sulu, tam da gençlerin şehirlerarası otobüs yolculuğuna çıkarken otogar büfesinden satın aldıkları cinsten karikatür dergilerindeki münasebetsiz çizgi romanları taklid etmeye başlamıştır.

Necibe'nin dizi içinde bu derece akl"ı selim ve basiret düzenleyici bir sıklet merkezi teşkil edebileceği kimin aklına gelirdi ki? (Hanım yazarlardan "oh olsun" sesleri!..)

Anladık, aslı da karikatürdü; bütün tipler karikatürdü; olaylar da elbette hafif tertip ayağı yerden kesik, yarı masalsı ama insani değerlerin önünde edeble eğilerek yürüyen bir üslûpta cereyan edecekti velâkin yaz tatilinin diziye, daha doğrusu dizinin senaryo yazarlarına yaramadığı anlaşılıyor (güneşte fazla kalmış olabilirler mi; araştırılsın!).

Detaylara girmek istemiyorum ama gel de girme bakalım: O tatlı, müeddeb ama yarı kaçık delikanlılar işi gücü terk edip defineciliğe soyunmuşlar. Mahallenin akl"ı evveli, mâ'şeri vicdânı, temkin ve teemmül âbidesi Fırıncı Nusret Efendi, şunca yaşında işi gücü terk etmiş, bacak kadar çocukların definecilik heyecanını körükleyip durmakta.

Dizinin gizli jönü Hırdavatçı Ruhi'ye "ibiş"lik görevi lâyık görülmüş; yarı yaşındaki çocuklarla yârenlik eden, onlardan sık sık hakaret işiten, yüzüne tükürülen, hatta her bölümde illâ bir güzel ağzı gözü patlatılan bir beberuhi'ye kalbedilmiş. Yazıktır adama yahu, böyle jön öyle harcanır mı meselâ?

Nezaket Hanım'dan bir "erkek budalası" çıkarmak kimin fikri? Nusret Efendi'nin hanım hanımcık kızları, ebeveyninin yüzüne çemkiren pasaklı ve çaçaron mahalle kızları oluvermiş. Berber çırağı Korkut'un yegâne aktivitesi Bican'ı aynı mimik ve sözlerle azarlayıp dövmekten ibaret. O güzelim Sühâ, bütün karakter özelliklerini kaybederek tombalak bir figür derekesine indirilmiş.

Ve kıraathanede her akşam tekrar edilen "âlemin kralı" Herodot Cevdet tiplemesi, kendi eliyle kendi kendisini tüketmekle meşgul. Belli ki o da, "şablon tuttu, bozmayalım" hesabında.

Faruk Usta haklı yahu. Tam da o saatlere denk gelen Hıncal'la Haşmet'in futbol muhabbetleri bana daha sürükleyici ve eğlendirici görünmeye başladı; hele Kenan'ın iki lâf ustasının arasından sıyrılarak "durun yahu ben de futboldan anlarım" savletiyle lâfı gagalaması, "Kirli"nin repliklerinden daha renkli ve canlı bir manzara arzediyor resmen.

Bize göre hava hoş ey dizi mensupları; alternatifimiz bol. Ya sayıyla kendinize gelir, çaktırmadan eski âhenge dönersiniz, ya da cümle milletin ayılıp"bayıldığı "dizi" olgusuyla münasebetlerimi hepten maslahatgüzarlık seviyesine indiriveririm, bilmiş olasınız.

Efendim?..

Doğru anladınız, evet, bu bir tehdittir!


Kaynak (Arşiv)