Düello nasıl bitmişti?
Geçenlerde "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" isimli yerli filmi seyrettim; bazılarınız, "Günaydın, o film vizyondan kalkalı kaç sene oldu" diyeceklerdir de ben yine Yahudi'yi sigaya çeken yeniçeri nüktesini hatırlatıp geçeceğim; "Benim yeni haberim oldu".
Vaktiyle Bursa'nın eski mahallelerinden birinde kurulmuş olan bir amatör futbol kulübü ve onun etrafında cereyan eden hadiseler anlatılıyor filmde. "Mahalle" ve "kulüp" kelimelerinin yan yana zikredildiği her yerde hemen herkes kafasında bir film senaryosu geliştirebilir; "mahallenin futbol kulübü" kavramı gündelik hayatımdan çekilip gideli çok oluyor ama bu kulüpler hâlâ hayatiyetlerini sürdürüyorlar. Yaz kış demeden bakımsız ve hatta sağlığa zararlı sahalarda antrenman yapan, maça gidecekleri dolmuşun parasını harçlıklarından denkleştiren, maçtan sonra başüstü banyo yapmak yerine teriyle pasıyla koşar adım en yakın hamamın yolunu tutan gençlerin heyecanını ve spor yapma zevkini yaşatan pek çok amatör kulübümüz var. Bazıları kurulduktan sonra birkaç senede dağılıverir, kimisi yarım yüzyılı devirmiş koca çınarlar gibidir bu kulüplerin.
Her filmde "son" yazısından sonra müzik refakatinde jenerik akmaya başlayınca biz de filmin etkisiyle düşüncelere dalar gideriz ya, benim de aklıma ortaokul yıllarında mahalleli arkadaşlarla kurduğumuz futbol takımının adı takıldı; zihnimi ne kadar zorlasam nâfile, gelmiyor. Eski arkadaşlardan birini telefonla arayıp sormak var ama eski arkadaşların ismini hatırlamak da başlı başına bir mesele!
Bizimkine futbol kulübü demek teknik açıdan ayıp sayılmalıdır, sadece heves denilse de olur. Bir kere en azından onbir oyuncunun bir araya geldiğini tahmin etmiyorum; bizim takımlar beş altı kişiden ibaretti çünkü top oynadığımız tenha sokaklar veya arsalar, daha fazlasına müsaade etmezdi. O günlerde bir takım olmanın en mühim alâmeti, dosta düşmana karşı gururla giyilebilecek bir formaydı şüphesiz.
"Forma" deyince evdekilerin nasıl asabileştiğini anlatmaya hâcet var mı? Yanlış anlamayalım, çarşıya gidilip forma alınacak anlamına gelmiyordu bu kelime; mevcut kollu fanilalardan birisinin elden çıkarılması demek oluyordu aslında. Yani hepimizin evden birer fanila koparması şarttı. Sonra bu fanilalar altında ateş yakılan koca bir kazanda kaynatılarak boyanacak ve daha sonra elinden terzilik gelen yumuşak huylu bir teyze bulunup sırt kısmına numara dikilecekti.
İşe bakınız ki formamızın renklerini bile hatırlamıyorum.
Şort, çorap ve ayakkabı fasıllarını geçiyorum. Sadece şu kadarını bilseniz yeter: Kimsenin kramponlu ayakkabısı yoktu, uzun konçlu çorabı da yoktu, doğru dürüst şortu da yoktu ve -sıkı durunuz-, bugünkü topları andıran nitelikle meşin bir top filan da mevcut değildi ama takımımız vardı. Mahallenin takımıydı; evdekiler top oynamamıza illet oluyor ama engelleyemiyorlardı. Bazılarımız naylon ayakkabı ile koşturuyordu arsada, köylü işi kara lastik tedarik edenler ise kendini krampon giymiş sayıyordu.
İlk gayrıresmi maçımızı Kanlıbahçe'de oynadık; vaktiyle birileri, birilerini fena halde kesmiş derler o mahalde, adı Kanlıbahçe kalmış. Zaten son maçımızdı yanlış hatırlamıyorsam. Skoru hatırlamıyorum ama yenildiğimiz kesin. Karşı takımda askerlik çağına gelmiş, her sabah hatır-hutur sakal tıraşı olan abilerin oynadığını da hatırlıyorum, oysaki bizim takımda bacağı tüylenen bir kimse bile yoktu. Yenilmek mukadderdi yani.
Bizim mahalleden büyük futbolcu çıkmadı (bkz. Bu satırların yazarı mesela), zaten o günlerde kimsenin, "benim oğlum büyüyüp futbolcu olacak, kendini de kurtaracak, yedi ceddini de ihyâ edecek" yollu bir gelecek vizyonu tasarlaması henüz âdetten değildi. Futbolculuk, hayrına yapılan tulumbacılık faaliyeti gibi evlenip barklanınca unutulan, hayatın dişlilerine kapılınca silikleşiveren bir mahalle oyunundan ibaretti.
Mahalle! Futbol, dünya çapında büyük paraların döndüğü bir endüstri halini alırken gündelik hayatımızdan mahalle fikri siliniverdi. Geçenlerde o mahalleden geçtim; belediye fazla kat vermediği için bazı binalar yerine kalakalmış. Geçmişine yolculuk eden bir adam şaşkınlığı ile o evlerin önünde durup uzun uzun seyredesim geldi ama yapamadım; eski mahalle terbiyesinde bir evin önünde durup uzun uzadıya seyredilmesi hoş görülmezdi çünkü.
Sonra ilk defa "kıttan kıta" tekniğiyle cıncık oynayıp, tanesine 25'er kuruş saydığım üç mavi bilyeyi "utuzduğum" (kaybetmek, ütülmek mânâsına) o daracık apartman aralığını gördüm. Şehrin ilk apartmanlarındandı ve o aralıkta biz maç yapardık. İki metre eninde on metre uzunluğunda daracık bir beton şerit hepsi hepsi.
Futbol hayatıma dair en acı hâtıram işte bu daracık koridorda cereyan etmiştir. İlkokul yılları olmalı. Beton koridorun bir ucu sokağa açılıyor, öteki ucu ise kapalı. Ben sağır taraftaki kaleyi korumaktayım. Derken bütün oyun arkadaşlarım yılan görmüş kurbağa gibi ortalıktan kayboluveriyorlar. "Ne oluyor" demeye kalmadan sokak tarafındaki girişi bütün heybetiyle kaplayan bir karaltı farkediyorum. Eyvah! Bu o işte. Apartmanın sahibi amca; üstelik topu eline geçirince "keseyim mi ha, keseyim mi" diye sinirlenen asabî, asık suratlı amcalardan.
Western filmlerinin düello sahneleri gibi. Bir tarafta Veysel amca, ağır ağır bana doğru yaklaşmakta, bu tarafta ben çelimsiz bacakları birbirine dolaşmış, korkudan kaskatı kesilmiş, çaresiz bir çocuk.
Sonucu merak edersiniz şimdi, "ne oldu?" diye.
Bu durumda ne yapılırsa ben de onu yaptım işte; anlayın artık gerisini!