Çubuklu pijama!
Arkadaş anlatıyor:
- Anlamıyorum, cumartesi pazar gelince bizim evde gerilim artıyor; yüzler asılıyor, bir sinir harbidir gidiyor. Her zaman yarım ağızla da olsa benden yana tavır koyan çocuklar o gün, yıllardan beri hapishane aralığında voltaya çıkmamış mahkûmlar gibi "ille de bizi kırlık-bayırlık bir yerlere götür" diye tâcize başlıyorlar. Diyorum ki: "Yahu hanım, ey çocuklar; sizi en beğendiğiniz lokantaya götüreyim; ne ısmarlarsanız karışmayacağım. Adam gibi örtülü masalarda oturup yemeğimizi yiyelim, başımıza güneş geçmeden, top oynayacağız diye ayağımızı burkup sakatlanmadan üstüne paşa paşa çayımızı içelim. Ardından sizi parka götüreyim, gezin, tozun, eğlenin; bu sıcak havada bir söğüt gölgesinin dibine serilip kendimizi akşamlara kadar sineklere yedirmekte ne lezzet var? Bir bardak yıkamak bile külfet; çöp atacak yer yok; çoluk çocuğu güneş çarpar, yazdır, şoorr diye yağmur iner, üstelik bir de tuvalet meselesi var!"
O zaman bana, milyarder dedelerinden kalmış milyarlarca doları katakulli ile üstüme geçirip hovardalıkta sarf etmişim gibi bakıyorlar!
Bu nokta-i nazar, Türkiye'de kaç standart aile reisinin bakışıdır biliyor musunuz? Ben bilmiyorum ama işin lokanta faslını çıkarırsak kafama fevkalade yatıyor.
Evet, tatil günleri hava iyiyse pikniğe taşınma alışkanlığını anlamakta güçlük çekenlerin biri de benim; keyfime kalsa evden dışarı adım atmam. "Siz kırları bayırları, börtüböceği, dereleri çimenleri sevmez misiniz?" diye sormamalısınız çünkü pikniğe taşınmak, bana göre tabiat sevgisinden ötede bir mânâ ifade ediyor. Eğer bütün tabiatseverler muntazaman piknik yapmakta ısrar etselerdi, kabul edersiniz ki bugün ortada tabiat, börtü-böcek diye bir şey kalmayacaktı.
Piknik günleri, mesire yerlerimizin en çok yorulduğu, tahribe uğradığı günlerdir; neyse ki çabucak kış geliyor da bitki örtüsü kendisini toparlayabiliyor.
Haydi biraz felsefe yapalım; biz pikniğe giderken, kendimize bile açıklamaktan çekindiğimiz bir itiraf hâletiyle, bir suçluluk hissiyle hareket ediyoruz. O ayılıp-bayıldığımız tabiatın izlerini şehirlerden öyle kazıdık ki, ruhumuzun derinliğinde tınlayıp duran tabiatın kulağı yormayan sesleri o kadar duyulmaz oldu ki, hâlâ yeşil bir gezegende yaşayıp yaşamadığımızı kontrol için hafta sonları kırlara seğirtmekteyiz.
Bizde de hafta sonları arkadaşımın başından geçen cinsten piknik tartışmaları olurdu; aile reisi olmanın dayanılmaz ağırlığı ile katlandığım piknik cefâları artık canıma tak edince, âmiyâne tâbirle postayı koyuverdim:
- Bir şartla kabul ederim. Bana "pazen" pamuklusundan uzun çubuklu pijama kumaşı alacaksın. Boyunu göğüs altı hizasına gelecek uzunlukta ve aynı oranda bollukta dikeceksin; belden uçkur payı bırakıp içine çamaşır lastiği geçireceksin. Üstüne ise mutlaka atlet fanila giyeceğim!
- İyi iyi yaparız, yeter ki sen mızıkçılık etme, şeklinde yuvarlama bir cevap aldımsa da, yine de ne kadar ciddi olduğumu anlamak için beni bir ruh doktoru ciddiyeti ile inceden süzmeyi de ihmâl etmedi. Ne var ki akrabalar kapıya dayanmış, bizim evden çıkmamızı bekliyorlardı ve on dakikada kimsenin bana çubuklu pijama dikecek hali yoktu.
- Hele bugün mızıkçılık etme, haftaya hazır ederiz, söz, lâfını duyduğum anda "dilim seni dilim dilim edeyim mi?" meâlinde bir cümle geçti içimden. Tuhaflık edeyim, caydırayım derken gelecek haftaki programa da gönüllü yazılmıştım böylece.
Haftaya pijama filan dikilmedi tabii. "Herkes eşofman altıyla geliyor pikniğe, sen de öyle yaparsın" denildi, "eşofman altıyla sokağa çıkmaktan nefret ederim" diye diretince, "öyleyse normal kıyafetle gelirsin" dediler.
Böylece planım suya düştü. Efendim pikniğe giden adam tadını çıkaracak; oysaki ben, beraberimdekilerin tadını kaçırmaktan başka hiçbir işe yaramam böyle yerlerde: İlle bir koyu gölgeli ağaç altı olacak; etrafta sinek, yılan, çıyan vesaire olmayacak. Portatif şezlonga oturup kitap okuyacağım, gak deyince çay, guk deyince yelpaze hizmeti emrimde hazır olacak. Etraftan, "yahu bu memleket nasıl kurtulacak, iki çift laf edelim, burada da kitap okunur mu?" yollu sataşmalara mahcup bir tebessümle, sanki denilenleri anlamıyormuş gibi yapıp yeniden kitaba döneceğim.
İnsan gider mangal yeller, domates dilimler, karpuz keser; esasen mutfak işlerine yardımı severim ama piknik yerinde inadımdan elimi soğuk sudan sıcak suya vurmuyorum. Beni pikniğe gelmeye mecbur edenler, kahrımı da çekecekler, çâre yok!
Top oynamam; "hadi biraz etrafı gezelim" davetlerine pabuç bırakmam; arabasını su kenarına çekip yıkamayı huy edinenleri ise kat'iyyen sevmem ama kaderin acı oyununa bakınız ki, geçen hafta itibariyle bu ayıbı da bilfiil işlemiş bulunuyorum.
Meselenin tabiatı sevip sevmemekle ilgisi yok; bizler kırda-bayırda değil, ancak dört duvar ve bir dam altında yaşamaya uyum sağlamış kuşaklarız. Dağda bayırda dolaşmak insanı hasta ediyor, yaramıyor, âhengimizi bozuyor. Üstelik tabiata saygı ve sevgi, ona ilişmemekle olur.
Peki siz hiç akşam dönüşünden hemen önce umuma mahsus piknik yerlerinin halini gördünüz mü? Herhalde Malazgirt Meydan Muharebesi'nin akşamında Malazgirt Ovası bir piknik yerinden daha temiz ve derli toplu bir yerdi diye düşünmüşümdür hep.
O yüzden evde hayvan beslemeye, hatta saksıda çiçek yetiştirmeye bile felsefi sebeplerle karşıyımdır şahsen; üzerine ihtimam ettiğimiz o canlılar, aslında gerçek yerlerinde olmadığı için; bizim onları "insanca" bir içgüdüyle ait oldukları yerden çalıp bizimle birlikte yaşamaya mecbur bıraktığımız için.
Biliyorum hiçbir faydası dokunmayacak; siz yine hafta sonu gelince arabalara doluşup güle oynaya pikniğe koşacaksınız, yazdıklarımı doğru ama ciddiye alınmaya değmez bulacaksınız. Katiyyen alınmıyorum, sahrânız âfiyet olsun efendim.