Cici ve çöp
Çöp evlerde yaşayanların hali herkesin dikkatini çeker; bunlar, genellikle yaşları geçkince, kimi kimsesi kalmamış, yoksulluk korkusuna düşmüş ama yine de kendilerine yetecek kadar vâriyete sahip yalnız insanlardır.
Günün birinde evden yükselen kokulara dayanamayan bir komşu durumu ihbar edince vaziyet ortaya çıkar ve biz hepimiz, "yok canım, bu kadarı da fazla; böyle bir şey benim başıma asla gelmez" deriz.
Emin misiniz peki?
Ben emin değilim şahsen; tamam çöp evlerde yaşayanların işi biraz abarttıklarını görüyorum ama atılması gereken eşyalardan ayrılamamak noktasında çöp evlerde yaşayanlarla en azından samimi bir duygudaşlık içindeyim. Bu kadarla da kalmıyor, "günün birinde iyi bir dolmakalem bulursam kapağı şimdiden hazır olsun bari" düşüncesiyle dolmakalem kapağı saklayanlardan değilseniz benim gibileri asla anlayamazsınız. "Lâzım olur" düşüncesi bulaşıcı hastalık gibidir; bir kere bünyeye yerleşince kolay terk etmez. Beş sene önce evi taşıdığımızda "bir tarafı tertemiz, atarsam günah olur, belki birinin işine yarar" diye evde tuttuğum A4 ebadında kağıdın, miktar itibariyle iki büyük çuvaldan fazla tuttuğunu görünce "ev dediğin evrendir" sözüne yeniden hak vermiş ve hazır çöpü atma krizine yakalanmışken o iki çuval dolusu kağıttan kurtulmuştum. Kitaba benzeyen şeylerden kurtulmak o kadar kolay olmuyor ama; "kitaba benzeyen", kitap ama değil, onun gibi şeyler mânâsına geliyor. Tek veya birkaç sayılık dergi, broşürler, bildiriler, afişler, davetiyeler, tebrik kartları, ajandalar...
Ajandalar dedim de aklıma geldi; bugünlerde kitapçılar "2005 ajandası" nâmı altında satmaya başladılar bile; hani her güne bir sayfa tahsis edilen, randevuların yazılmasına mahsus satırları olan, ilk sayfalarında dünya ve ahirette gerekmese bile "lâzım olur" fikriyle konulmuş inç"i kulaç"a, okkayı onsa çevirme kılavuzları, -hîn-i hâcette firar edenlere kolaylık olsa diye zâhir- Türkiye"deki yabancı ülke temsilciliklerinin adres ve telefon numaraları bulunan ciltli, fiyakalı defterler. Son sayfalarında da illâ telefon rehberi ile "notlar" kısmı olur ya; onlardan işte! Ben ömrümde hiç ajandaya para vermedim ama bir sürü ajandam var ve kurtulana kadar akla karayı seçiyorum. Efendim bu ajanda denilen şey Türklere katiyyen uymaz; kim alır, nasıl kullanır bilmem? O kadar planlı-programlı olmak bizi bozar, beceremeyiz zaten. Birisi sana hediye eder, sen de ötekine hediye etmeye kalkışırsın ama tamamen elden çıkaramazsın... Atsan bir türlü..
Her insanın bir "cici" kavramı var; cicilerimizi atmaya bir türlü kıyamıyoruz. Meselâ hanımlar size sesleniyorum, hediye paketlerinin üzerine yapıştırılmış rengarenk şeritleri, kurdeleları veya o güzelim ambalaj kağıtlarını (hele hele yırtmadan kurtarabilmişseniz), geldiği gibi atmaya kıyabilir misiniz? O cici kutular, o şirin ibrişimler, kumaş parçaları, düğmeler ve benim aklıma bile gelmesi mümkün olmayan daha neler neler. Böyle ıvır-zıvır için herkesin kendisine göre bir kutusu veya evin münasip bir yerinde bir zula yeri vardır. Çöp evlerde yaşayanlarla bizler gibi normal olduğu farz edilen insanlar arasındaki en mühim fark, onların bütün evi "zula yeri" haline getirecek kadar mekânlarına hâkim olmalarıdır bence. Misafir odalarında planya tezgahı, yeşil çuhalı okey masası veya taraftar tribünü gibi şeyler görmeyişimizin başlıca sebebi, şekil A"da da görülebileceği üzre evlerin kadınlar sultasına tahsis edilmiş olmasıdır; kadınlar ise bütün evi, kendi merak alanlarının cicileriyle doldurmakta ırsi bir başarı göstermişlerdir; bu yüzden hiç kimse onlara o ağır ceviz taklidi konsolların, vitrinlerin, oniki kişilik yemek masalarının, otuzaltı kişilik yemek takımlarının, hesaba gelmez, sandıklar ve dolaplar dolusu çulun-çaputun, ne işe yaradığını kendilerinin bile unuttuğu onca irili-ufaklı biblo ve süs nesnesinin bir tür hobi malzemesi, "günü gelince lâzım olur" tesellisiyle saklanan işe yaramaz şeyler olduğunu hatırlatmaya cür"et edemez!
Benim bu cür"eti nereden bulduğumu merak ediyor olabilirsiniz. Bakın cür"et deyince aklıma ne geldi? Kılıbıklar Derneği"nde (yani hanımından korkmayan sert erkekler) genel kurul toplantısı yapılıyormuş; yoklama sadedinde "karısından korkanlar ayağa kalksın" diye seslenmiş başkan. Bir kişi hariç bütün heyet çiy mızrak ayağa kalkmış. Bir kişi hariç. Başkan demiş ki, "aşkolsun vallahi, demek sen eşinden korkmuyorsun!" Adam zorlukla inleyerek cevap vermiş, "Ne korkmaması başkan, karı deyince dizlerimin bağı çözüldü de ondan yerime yığıldım kaldım!"
Araya laf karıştırmayalım; çöp evlerden bahsediyorduk ve neyin çöp olup olmadığı konusunun doktrinde tartışma götürdüğü meselesini irdelemekte idik. E, ne de olsa bir objenin gün aşırı temizlenip parlatılması veya tozunun alınması onun aslında çöp olmadığı anlamına gelmez; ben şahsen öyle düşünüyorum ama bu gibi şeyleri düşünürken bile dizlerimde derman kalmadığını hissediyorum.
Niçin dersiniz?