Zorla göç ettirdiğimiz Ermenilerin mallarını nasıl yönettik?
Geçen hafta Koliforniyalı Ermeni asıllı iki avukat, 1915’deki Tehcir hadisesinde mülklerine el konulduğu iddiasıyla TC Devleti, Merkez ve Ziraat Bankası aleyhine dava açtı ve Ermenilerden alındığı öne sürülen toprak, bina, işyeri, banka mevduatı, mülk ve değeri “paha biçilemez” olarak nitelendirilen birtakım tarihî eserler için tazminat talep etti.
Bir devlet aleyhine Kaliforniya mahkemelerinin hüküm veremeyeceği açık; belli ki konu, “İç hukuk yolları” tüketildikten sonra uluslararası yargı kuruluşlarına taşınacak; şimdilik sembolik sayıda davacının imzasını taşıyan dava, ileride emsâl alınarak büyütülecek.
Bu yılın mart ayı başlarında “Ganimet mi saymıştık bir nevi” başlıklı yazımda, tesadüfen bu meseleye değinmiştim (13 Mart 2010-Zaman). Bu yazıda, tehcir uygulaması başladıktan sonra kararın nasıl yürütüldüğüne dair merakımı dile getirmiş ve şu soruyu sormuştum: “Dedikodu yapmayalım; bakalım bilim insanlarımız, tehcire uğrayan Osmanlı yurttaşlarının emvâlini nasıl yönettiğimiz hakkında hangi çalışmaları yapmışlar? Yani tarihçilerimiz; yani, devlet ve hükümet erkânının her fırsatta, ‘Bu işi tarihçilere bırakalım’ diye nihai hakemliğine güvendikleri kişiler…”
O sorunun bir tane cevabına ulaşabilmiştim; daha doğrusu ağzı mühürlü bir cevaptı bu. 9 Eylül Üniversitesi’nde bir araştırmacı (Tayfun Eroğlu), tam da bu merakımı giderebilecek bir yüksek lisans tezi yapmıştı: “Tehcirden Milli Mücadele’ye Ermeni Malları (1915-1922)”… Fakat teze ulaşmak mümkün olmuyordu; YÖK’ün ulusal tez sitesinde bu çalışma ambargoluydu, yani yazarı, eserinin başkaları tarafından görülmesini istememiş, YÖK de bu isteği anlayışla karşılamıştı. Hırsızlık veya kopyalama gerekçesi gösterilerek sürdürülen bu uygulamayı eleştirmiştim ve öylece kalmıştı.
Merakım hâlâ cevapsız, devletin YÖK’ünde yapılan bir çalışmanın varlığını haber alıyorum ancak ulaşamıyorum; dolayısıyla bu çalışmanın ilmî açıdan ne kadar tatminkâr ve yeterli olup olmadığı hakkında (veya tam tersi) bilgi edinme imkanımız yok. Bu emanet malları, taş gibi kul ve yetim hakkını nasıl yönetmişiz, hak sahiplerine haklarını elifi elifine teslim edebilmiş miyiz; yoksa arada birtakım karışık şeyler cereyan etmiş mi? Küçüklüğümüzden beri ağızdan ağıza gezen, “Falan var ya; Ermenilerden kalma malların üstüne oturdu da birdenbire zengin oldu!” yollu efsanelerde hiç hakikat payı var mıdır, öğrenemiyorum.
Neredeyse her şehirde bir üniversitemiz, her üniversitede tarih bölümlerimiz, bu bölümlerde binlerce hoca, talebe, araştırmacımız var ama Ermeni mallarını nasıl yönettiğimiz hakkında sadece bir (1) tane ilmî çalışma yapmışız, onun da ağzı mühürlü!
ERMENİ MALLARI KONUSUNDA NİÇİN ARAŞTIRMA YAPMADIK?
Daha doğrusu bir tane idi; Beyoğlu’nda tesadüfen girdiğim bir kitapçı’da “Emvâl-i Metrûke Olayı” başlıklı bir kitap görünce hem şaşırdım, hem sevindim. Kitabın altbaşlığı şöyle: “Osmanlı’da ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi”. Yazarı Nevzat Onaran, Belge Yayınları, Mayıs 2010, 606 sayfa.
Yazarı tanımıyorum, adı tanıdık gelmedi. Akademisyen mi diye merak ettim; gazeteciymiş, daha doğrusu araştırmacı gazeteci. Sunuş kısmında samimiyetle itiraf ediyor, Osmanlı Türkçesi’ni öğrenmek için kursa gitmiş, uzmanlardan destek almış. Onaran’ın çalışması, birkaç istisna dışında Emvâl-i Metrûke meselesinin nasıl yürütüldüğüne, nasıl uygulandığına dair örneklerden hareket etmiyor; bilakis meselenin kanun, kararname, TBMM zabıt cerideleri gibi resmî belgelere nasıl aksettiğini izleyebilmiş. Elbette tatbikatı, tarihî hadisenin cereyan ettiği alanı görememiş, inceleyememiş olmak mühim bir usûl eksikliğidir ve çalışmanın sağlığı hakkında net bir fikir edinmeyi zorlaştırmaktadır fakat yazarın haklı olduğu noktaları da görmezden gelemeyiz, nitekim:
-Konuyla ilgili akademik çalışma “hiç” mesâbesindedir.
-Konuyla ilgili arşiv vesikası konusunda garip bir durum var: Emvâl-i Metrûke kayıtlarının tutulduğu ve devlette bulunması lazım gelen esas defterlere bir türlü ulaşılamadığı hikâye ediliyor. Yazar Onaran bu durumu şöyle dile getiriyor: Sürgüne gönderilen Ermeni mallarının hakkında ne gibi işlem uygulanacağını tesbit için 10 Haziran 1915 tarihinde Dahiliye Vekaleti tarafından talimatname yayınlanıyor; bu talimatnamede hak sahiplerinin isim ve haklarını belirten tutanaklardan iki nüsha tertiplenerek birinin, ilgili vilayette, ötekinin Emval-i Metrûke Komisyonu’nda bulundurulması öngörülmüştür. Kanun ve yönetmeliklerin izi sürülerek varılan bir başka bulguya göre yedi yıl sonra, yani 1922’de aynı kayıtların yeniden tazelenmesi söz konusudur. O tarihlerde ilgili 33 vilayette komisyon kurulduğu hesaba alınarak en az 66 kayıt defteri bulunması gerektiği öne sürülüyor.
Bu defterler yoktur!
Konuyu vâkıf uzmanlardan emekli Büyükelçi Pulat Tacar da bu garip duruma dikkat çekiyor. Turkishforum adlı web sitesine verdiği mülakatta Tacar şöyle söylüyor: “Bendeki bilgiye göre, bu komisyonlar Anadolu dahil, ülkenin çeşitli yerlerinde kuruldu. Ne var ki bu konuda elde fazla belge yok. Belgelerin büyük bölümü savaş koşullarında yanmış veya tahrip olmuş deniyor. Bazı Ermeniler ve yandaşları ise bunları Türk Hükümeti yakmıştır diyorlar. Ama bu iddialarını nasıl isbat edecekler. Edemiyorlar tabii. Kanuna göre sözünü ettiğim zabıtlar ile tesbit edilen mallar ve bunların sahipleri yurt içinde iseler iki ay içinde, değilseler 4 ay içinde bu komisyonlara başvurmak zorundaydılar. Zorunlu iskana tabi tutulanların mallarının kendilerine uygun şekilde iade edilecekleri belgelerde yazılı.”
-Ve bir başka husus: Türkiye’de Ermenilerin tehcirine dair yürütülen ilmî araştırmalar, maruz kaldığımız uluslararası baskıyı hafifletmek amacına yönelmiş olduğu için eskilerin tabiriyle “tedâfüi” yani savunma pozisyonunda yürütülen çalışmalardır ve resmî tezin doğrulanması gibi bir sebeple varlık bulmuşlardır.
ALANINDA “İLK” OLMANIN HOŞGÖRÜLEBİLİR KUSURLARI
Nevzat Onaran’ın çalışması, araştırmacının usûl konusunda berrak bir fikre ulaşamamış olmasından ötürü yer yer tekrara düşen ve uzun alıntılarla takibi müşkil bir metin teşkil etmesine rağmen, öncü niteliğiyle dikkat çekiyor. Meselenin kanun, yönetmelik, zabıt gibi resmî metinler üzerinden yürütülmesi hâlinde bile gerçekte nelerin olup bittiğine dair önemli bir fikir veriyor, “daha dün” diyebileceğimiz kadar yakın tarihimizin kara deliği durumundaki Emval-i Metrûke konusu hakkında yeni dikkatler uyandırıyor. Keşke, resmî metinlerde “şöyle yapılsın, böyle tedbir alınsın” şeklinde yazılıp çizilen hadiselerin nasıl cereyan ettiğine dair ayrıntı bilgisine de sahip olabilseydik; fakat kitabın yazarı bu eksiklikten ötürü eleştirilmeyi kesinlikle hak etmiyor; bilakis çalışmasına ambargo koymak, gözlerden gizlemek yerine yayınlamayı tercih ettiği için kendisine teşekkür borcumuz var. Çalışmanın uygulamaya dair eksikliği için, başta devlet görevlileri olmak üzere, arşivciliğimizin ve tarihçilik anlayışımızın sorgulanması daha yerinde olacaktır.
PEKÂLÂ, ŞİMDİ NE OLACAK?
Ne olacağına dair ipuçlarını daha şimdiden görmeye başladık. Büyük ihtimâlle Türkiye, mahalli bir Amerikan mahkemesinin vereceği kararın Türkiye’yi bağlamayacağını, esasen, “Kaybettikleri malların ya emsali, ya kendileri ya da satışının parası Ermenilere” çoktan ödendiğini ileri sürecektir. Hatta biraz daha öteye gidilerek, Ermeniler nereden göçtülerse oranın mal müdürlüklerince bütün mallarının bulundukları vilayetlerin mal müdürlükleri tarafından kayıt altına alındığından, tehcire uğrayan her Ermeniye gittikleri yerlerde paralarının ödendiğinden, bunca Ermeni varlığının bir yıl içinde yeniden belirlenip ya iade ya da emsali verildiğinden, 1919 Ocak ayından itibaren çıkarılan kanunla giden Ermenilere 2 yıl içinde geri dönüş sağlandığından, malların iadesi ya da emsalinin verilmesi konusunda işgal altında olduğumuz için İngiliz memurların denetiminde 1918-1923 yılları arasında gereken yapıldığı için Ermenilerden malların dağıtımına dair şikayet gelmediğinden, iddiaların asılsızlığı için bizim ve İngiliz arşivlerine bakılması yeterli olacağından söz edeceğimizi tahmin edebiliriz.
İşin bu faslı hukukçuları ilgilendiriyor fakat tarihçilerin, gerekli evrak noksanı yüzünden bu meselede sınıfta kalmış sayılacaklarından da bahsedebiliriz.
Meselenin özü basit aslında, politik tarafı da yok: Kul hakkı mevzubahis burada, bir de emanet ehli olup olmadığımız...