Zirvedekilerin yazılı olmayan hukuku

Recep Tayyip Erdoğan'a vekillik yasağı getiren yargı kararı, teknik açıdan hukuki bir nitelik taşıyor ama hayli geniş çaplı bir siyasi velveleye sebep oldu. Sokaktaki insanlar kararın hukuki niteliğinden çok siyasi sonuçlarını algıladı.

Bu karar, hem yargılayan hem yargılanan bakımından sonuçları önceden tahmin edilebilir bir mahiyet taşıyordu; nitekim öyle oldu. Tayyip Erdoğan'ın şahsında partisi, tahminime göre en az % 2 civarında taze taraftar kazandı. Seçmenlerin partilerle ilişkisi bugün maalesef sadece "tepki" seviyesine düşmüş bulunuyor; yani seçmen, programlar, vaadler ve çözüm yollarından ziyade kendi öfkesini veya talebini en iyi dillendireceğini umduğu partiye yöneliyor; bu programatik siyasetin dibe vurduğunu gösteren vahim bir gelişmedir ve önceden tahmin edilmemesi mümkün değildi. Nitekim yargı kararının açıklanmasından sonra Tayyip Erdoğan, birçok televizyonda canlı yayınlanan yarım saate yakın bir açıklama yaparak şahsi mağduriyetini partisi lehine büyük bir sempatiye dönüştürmeyi bildi. Hayli hissi motiflerle bezenen açıklaması, "müteal devlet" fikrini zedelememek için özel bir titizlikle düzenlenmişti ki bu hassasiyet bile kâr hânesine puan olarak kaydedildi.

Ne var ki iki gün sonra Recep Tayyip Erdoğan'ın söz konusu kararı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne götüreceğini öğrendik. Aynı yola bir süre önce Necmettin Erbakan da başvurmuş fakat istediği sonucu alamamıştı; bu defa AİHM, hangi istikamette karar verir bilinmez; müsbet veya menfi, benim için fark etmiyor; sırf başvuru kararı bile benim için tahlile değer bir özellik gösteriyor.

Hukukta "tabii hakim" diye bir prensip var; kabaca târife çalışırsak, herhangi bir ihtilaf veya cürmün yargılanmasını, vukubulduğu mahalde yetkili hakimin yetkisine devreden bir prensip bu; Türk tatbikatında bu prensibin hayli istisnası bulunsa da hukukun evrensel prensiplerinden birisi olarak hâlâ varlığını koruyor. Evrensel hukukun bir lâzımesi olsa da bir siyaset adamı için iç hukuk yerine AİHM'nin yargısına gitmek, tabii hakim prensibinin şeklen ilgasıdır bana göre.

Türkiye'de siyasetin zirvesindekiler fiilen yazılı olmayan, kodifikasyonu yapılmamış, hatta gelenek teşkil edip etmediği bile su götürür bir hukuka tâbidirler; zirvedekiler için hukukun tükendiği yer, iç hukukun tükendiği yerdir. Sıradan vatandaşların, iç hukukun tükendiği yerde AİHM'nin nihai kararından meded ummasını tabii karşılıyorum ama siyasetin zirvesindekiler için, ne kadar haksız olduğuna kaani bulunsalar dahi iç hukukun bir kararı için AİHM'ne müracaatı, Ecevit'in beylik tâbiriyle bir türlü içime sindiremiyorum. Zirvedekiler esasen iç hukuk standartlarının üstünde ve dışında bir fiili haklar manzumesi içinde yaşıyorlar; siyasetin nimetlerinden istifade ederken onları iç hukuk dairesinde göremiyoruz; yazılı olmayan geniş yetkiler kullanabiliyor, içi hukukun cevaz göstermediği sınırlarda güç kullanarak pozisyonlarını sağlamlaştırabiliyorlar ve bu durum âdeta gizli bir hüsnükabulle karşılanıyor; nitekim aynı yazılı olmayan kurallar zirvedeki siyasi elitleri her nevi başarısızlık halinde yine zirvede tutabiliyor; misâlleri saymakla bitmez.

Daha önce yazdığımı hatırlıyorum; keşke Sayın Erbakan, vaktiyle siyasi haklarının iadesini AİHM'den taleb edeceğine, "iç hukukun tükendiği yerdeki nihai kararı vicdanım kabul etmese de, Türk yargısının kararını saygıyla karşılıyorum; bir ferd"i vahit olarak hakkım bulunmasına rağmen AİHM'ne müracaat etmiyorum. Beni bu millet vekil yaptı ve bu milletin tâbi olduğu hukukun dışına taşarak bir Avrupa mahkemesinde hak aramam doğru olmaz. Siyaset sadece vekil seçilmekle yapılmaz; yine okurum, yazarım, konuşurum, yine doğruyu tavsiye eder yanlışları eleştiririm. Sıradan vatandaş için hak olan bu imkânı kullanmayı kendi irademle reddediyorum" diyebilseydi. Aynı altın fırsat Sayın Erdoğan'ın önüne de geldi ve Tayyip Erdoğan herhalde ne kadar AB taraftarı bir siyaset adamı olduğunu göstermek için olsa gerek bu hakkını kullandı.

AİHM'ne müracaat kararı, tamamen farklı ve pekâlâ mâkul gerekçelerle müdafaa edilebilir; bunu anlayabilirim; sadece şahsi fikrimi belirtmekle yetiniyorum.

Türkiye'nin "hukuk devleti" olmak yolunda daha alması gereken hayli mesafeler bulunduğu açık. Bu mesafenin kat'edilmesi için iç kuvvetlerin ve dinamizmin seferber edilmesi gerektiği kanaatini taşıyorum. Bizim yargı organlarımız, yasama ve yürütme uzvumuz, silahlı kuvvetlerimiz, üniversitelerimiz, basınımız, muasır dünyanın vâsıl olduğu medenî standartlara, kendimize duymamız gereken saygı icâbı, iç dinamikleri harekete geçirerek ulaşmalıdırlar.

Benim için alkışlanmaya lâyık yegâne tarz"ı siyaset budur.


Kaynak (Arşiv)