"Zinedine Zidane" değil, "Zeyneddin Zeyan"

Bizim kültürümüzde milli, yani bize dair olan şeyler, İslâm kültürü içinde hayat bulur ve yaşar; İslâm kültüründen yalıtılmış değerlerin tek başına ayakta kalmak şansı yoktur; ya ölür veya Anglo—Sakson, hatta daha beteri popüler kültür içinde eriyerek onların parçası olur. Galatasaray Mısır Milli Takımı ile oynuyor, maçı TV 8 kanalı naklen yayınlıyor; günlerden cumartesi.

Müsabaka başlamadan önce Mısır televizyonunun hazırladığı Arap harfli jenerik akıp gidiyor. "Nasıl olsa bizimkiler de takım kadrolarını filan ekrana bindirirler" diye düşünüyorum ama nafile, maç başlıyor. Maçı anlatan spikerin Türkiye'deki stüdyoda mı yoksa, Kahire'deki stadyumda mı olduğunu kestirmek mümkün değil; arada sarfettiği, "Maç kadroları hâlâ bize ulaştırılmadı" cümlesinden orada olabileceği ihtimâli ağırlık kazanıyor.

Diyelim ki spiker, futbol piyasasında pek bilinmeyen Mısır Milli Takımı oyuncularını pek tanımıyor ama galiba bizimkileri de tanımıyor olmalı ki maçın ilk yarım saati içinde bir Galatasaray listesi veremiyor. Bunlar önemli değil, asıl mesele başka. Spikerimiz, top bazı Mısırlı futbolcuların ayağına geldiğinde onların isimlerini söylüyor fakat söyleyişinde bir gariplik var. Meselâ ikide bir "Tarek orta yaptı, Tarek topa yetişemedi, top Tarek'te" deyip duruyor. Dahası var, "Golü Emam attı, Emam çok tehlikeli bir oyuncu" diye konuşuyor. İçimden bir ses, "Yahu böyle isim olmamalı, bu Mısırlılar da amma asimile olmuşlar, ne biçim isimler bunlar böyle" diye söylenip duruyorum. Kafamın jetonu, top "Abdel Hafez"e gelince düşüyor; futbolu bırakıp bizim spikerin ne dediğini takib etmeye başlıyorum. Bazen "Abdel"i de fazlaca uzun bulup kısaca "Hafez"den bahsediyor: "Hafez girdiği ikili mücadelede..." Sonra sahneye "Beşer" çıkıyor; Beşer aşağı Beşer yukarı. Beşer insanlık, insanlar, insaniyet demek. İsim olarak kullanılması bizde yaygın değil. Bizde Beşer'e yakın bir tek Beşir var. Bir dakika, sakın bu Beşir olmasın? Mısır takımının teknik direktörü giriyor görüntüye; her teknik patron gibi sık sık ayağa fırlayıp el kol hareketleri yapıyor, işaretler yapıyor, bağırıp çağırıyor.

Adı ne olsa beğenirsiniz?

Mohsen Saleh!

Çıkardınız tabii; şu hepimizin bildiği ve tanıdığı "Muhsin" ve "Salih" isimleri bunlar; peki nasıl "Mohsen Saleh" oluvermiş? Aynı "kültürsüzlüğe" olimpiyatlarda da yıllardır şahit oluruz; İslâm ülkelerinin sporcuları ekrana geldiğinde bizim spikerler, ekrana bindirilen veya ellerine tutuşturulan bilgi kağıdındaki isim listesinde ne yazılı ise olduğu gibi telaffuz ederler. Meselâ kâğıtta "Omar Khalifa" yazıyordur, bizim spiker de aynen "Omar Kalifa" deyip geçer ve seyirci de sporcunun adını "Kalifa" diye bilir. Aynı garabet, Real Madrid'in ünlü Arap kökenli oyuncusu Zinedin Zidan için de geçerlidir. Türkiye'de Zinedin Zidan'ın aslında "Zeyneddin" olduğunu kimseler bilmez; şu bizim bildiğimiz "Zeyneddin", yani "Dinin süsü, pırıltısı, ziyneti". Din, hangi din? Elbette İslâm: Nureddin, Şemseddin, Taceddin gibi. Omar Khalifa, aslında "Ömer Halife"dir, belli ki "Halife Ömer"e atfen konulmuş bir isimdir. Tarek diye bir isim yoktur, doğrusu "Tarık"tır; hani İspanya'nın fethinde gemilerini yakarak ordusunu zafere mahkum eden ünlü kumandan. Peki, "Abdel Hafez" (hatta ertesi gün yayınlanan bir gazetenin verdiği imlaya göre "Abdel Hafeth"in aslı ne ola? Evet, bildiniz; "Abdulhâfız". "Hâfız", saklayan, tutan, esirgeyen, koruyan anlamlarıyla ilk olarak "Esmâ'ül Hüsnâ"dan bir isim olmasıyla Allah'ın 99 sıfatından birini remzeder; ikinci kullanılışı "ezberleyen" mânâsının özel bir anlama yönelmiş biçimiyle "Kur'an'ı ezbere bilen kişi" şeklindedir.

"Tarek" kadar taş düşsün başına!

Bunca tahsil görmüş, yabancı ülkelerde yaşamış, birkaç dil bilen, görgülü, kültürlü ve seçkin spikerlerimiz nasıl oluyor da bu hataları yapıyorlar dersiniz? Acaba işin içinde kasıt mı vardır? Hayır, kasıt yoktur ama daha beterinden söz edebiliriz: Cehâlet! Bu cehâletin görünürdeki sebebi, doğu dillerindeki kelimelerin telaffuzunda batılı hançerenin zorlanmasından kaynaklanıyor. Batılılar bu telaffuz problemini, o kelimeyi, kendi dillerinde aslına en uygun seslerle telaffuzu sağlayacak harf ve harf gruplarıyla yazarak çözüyorlar. Meselâ İngilizler "hafız" kelimesini, bizim gibi yazdıklarında bu kelimenin okunuşu, kulağımıza "hafız"a pek benzemeyen gülünç bir telaffuz şeklinde aksediyor; onlar da bu garâbetten kurtulmak için "Hafeez, hafıth, hafez" gibi şekillerde yazarak kelimeyi Araplar veya Türkler gibi telaffuz edebiliyorlar. Bu ses notasyonuna "transkripsiyon" adı veriliyor. Batılı medyalarda doğu dillerindeki kelimeler transkripsiyon işaretleri ile yazılıyor ve bu şekliyle tanınıyor. Cehâlet ve garâbetin sebebi, bir Türk'ün, Arab'ın veya Pakistanlı'nın transkripsiyonla okunur hale getirilmiş bir ismi aynen batılılar gibi telaffuz etmeye kalkışmasıdır: Gülünçtür, rezalettir ve acınası bir düşkünlüktür. Bu kelime ve kavramlar kültür iklimimizde hâlâ yaşıyor çünkü.

Bir gazeteci, yazar veya spiker "Mohsen" yazılışının aslında "Muhsin" olduğunu bilmeli ve kültür iklimimizde hâlâ canlı durduğu için bu ismi "Muhsin" olarak telaffuz etmelidir; işi budur; Tarık'la Tarek'i ayırdetme kabiliyetinden mahrum olmak bir ayıptır; hem de fecî bir ayıp.

Roger that Cansın's father? (*)

Bu ayıbın kaynağı kendi içimizdedir zira Türk toplum hayatında "İslâm kültürü" giderek marjinalleşmekte ve genel kültür içinde kaplaması gereken pay giderek daralmaktadır. İslâm kültürüne dair unsurlar, kavramlar, âdetler, sanatlar ve davranış biçimlerini kaba, demode ve gerilik alâmeti sayanların sayısı ve etki alanı giderek artıyor. İslâm kültürü, İslâm inancı ile organik bağlar taşımasına rağmen ondan çok farklı bir iklimdir. Osmanlı devrinde gayrımüslimlerimiz, bu kültüre sahip idiler ama bu yüzden din değiştirmek gereği duymamışlardır. Türk toplumunun medeni birikimi, İslâm kültürünün unsurları ve kavramları kullanılmadan izah edilemez ve anlaşılamaz; bu yüzden İslâm kültürü, bizde aynı zamanda "milli ve medeni" bir muhteva taşır ve aynı sebeple bu kültür birikiminden mahrumiyet, meziyet değil ancak cehâletle izah olunabilir. Geçen hafta bazı gazetelerde, çocuğunun ismini "Eftelya" koymak isteyen ama bu isteği nüfus idaresince reddedilen bir babanın haberi vardı; hayır, baba Rum filan değil, içimizden biri; hani şu "yüzde 99'u Müslüman" diye tarif ettiğimiz topluluktan birisi. Çocuklara isim verilirken İslâm kültüründen kaçış, gittikçe artan bir eğilim haline geldi; Melisa, Cansın, Su vs... Böyle haberleri duydukça, "acaba bu adamlar, evlatlarına İslâm kültürünün kesinlikle toprağa gömüleceği bir istikbâlde isimlerinden ötürü utanç duymasınlar diye mi garip isimler verirler" diye düşünmeden edemiyorum. Tarihe bir kere daha kayıt düşmek için tekrar edeceğim: Bizim kültürümüzde milli, yani bize dair olan şeyler, İslâm kültürü içinde hayat bulur ve yaşar; İslâm kültüründen yalıtılmış değerlerin tek başına ayakta kalmak şansı yoktur; ya ölür veya Anglo—Sakson, hatta daha beteri popüler kültür içinde eriyerek onların parçası olur.

* Anladın mı Cansın'ın babası?


Kaynak (Arşiv)