Yürümeye kaldırım bulmak
Sabah'ta Gülay Göktürk hafta başında çok önemli bir yazı kaleme aldı; yazının konusu şu günlerde gündemimizi işgal eden yolsuzluk, terör ve asker-sivil gerginliğinden çok daha hayatî ve esaslı bir hususa yönelikti: Üretim azlığı! Yeterince mal ve hizmet üretilemeyen ve ondan daha vahim olmak üzere insanları mesleksizliğin ve ümitsizliğin yıkıcı psikolojisine sürükleyen bir ülkede düğmelere kimin bastığı çok tâlî bir mesele olarak kalıyor. Problemimiz, üretim azlığı yüzünden yoksullaşmamızdan ibaret değil; daha şimdiden "öteki Türkiye" diye nitelenen ve sayısı giderek artan bir nüfus kesimi, âdeta habis bir ur gibi irileşerek geleceğimizi tehdid ediyor.
Nüfusunun çoğunluğu meslek sahibi, yuva sahibi ve vergi mükellefi olmayan bir yerde, yönetimin gerçekte kimin elinde olduğunun da önemi yok. Kimse üzerinde durmaya cesaret edemiyor ama bildiğimiz İstanbul, "öteki İstanbul"un tehdid ve kuşatması altındadır bugün. Bana göre gelir dağılımında adâlet temin edilir ve üretim "çağdaş" kriterler derecesinde artırılırsa aşırı ideolojik cereyanlar, Türkiye'yi tehdid edecek güce asla erişemezler; lâkin bugünkü durum devam ettiği müddetçe âkıbetimiz hayırlı değildir ve en saçma-sapan ideolojik cereyan bile mantıken erişmesi mümkün olmayan tehdid potansiyeline varabilir.
Siyasi hayatımız yine bir öksürük krizine tutuldu çünkü 18 Nisan seçimlerinin sonucu da hastalıklıydı. "Milli iradenin tecellisi" diskuruna sözüm yok ama seçmenin yanılmazlığı diye bir müessese de yok. Mevcut Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarıyla sistem kendisini kilitliyor; seçmen yanıltılıyor ve seçilmişler, seçimin hemen ertesi günü sandıktan 5-0 mağlup çıkıyorlar. Bizim siyasi sistemimiz kendi kötülerini ayıklayacak mekanizmalardan da mahrum. Siyaset sınıfının içine yuvarlanması muhakkak zaafiyet içinde askerlerin -hiç de makul görünmeyen aralık ve gerekçelerle- gündelik işler hakkında fikir beyan etmeleri de herkese pek tabii geliyor.
Bizim problemimiz bir altyapı problemi; problemin gerçek sebepleri de kimse için meçhul değil; fukarayız ve fukaralık pek de demokrasi ile kabili te'lif bir illet değildir. Fukara bir toplumun üyeleri, demokrasiyi işletecek temel faktör olan "vatandaş" seviyesine erişemezler. Demokrasi, çağdaş kriterler nazarında asgari derecede varlıklı, vergi mükellefi ve dolayısıyla yönetime katılma şuuruna erişmiş vatandaşlar olmaksızın tasavvur olunamaz. Bizim her seçmenimiz bu mânâda birer vatandaş olabilse idi, bunca sistem sakatlığı düzenimizi sarsamaz, lider sultaları devam edemez ve anayasal düzen şüphesiz daha sağlıklı işlerdi. Bu açıdan bakıldığında "adını açıklamak istemeyen yetkili ağız"ların söyledikleri de, söylenenleri eleştirenler de yâreye merhem olacak bir tavır içinde görünmüyorlar.
Defalarca yazmış olmanın ne mânâsı var; bu gidişle asıl sosyal patlama beş yıla kalmaz kendini gösterir: Eğitim sistemimiz artık tedavi kabul etmez derecede meflüç halde; bu sistem daha ilkokul sıralarından itibaren ülkenin çocuklarını fiiliyatta ikiye bölerek büyük çoğunluğun ikbâl, kariyer ve ekmek yollarını kapatıyor. Oysa ki Cumhuriyet'in en büyük projesi, kanun nazarında birbirine eşit, imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir millet inşa etmekti. Cumhuriyetin temel niteliklerinin tehlikeye düştüğü gerekçesiyle ikide bir ortalığı velveleye verenler, Cumhuriyetimizin temeline konulmuş bir dinamit hükmündeki bu çarpıklık konusunda da niçin "adını açıklamak istemeyen bir yetkili" ağzıyla hassasiyetlerini belirtmezler acaba? Sıradan insanların sıradan sermayelerle dükkan açmalarının bile imkansızlaştırıldığı, insanların mesleksizleştirildiği, işsizliğe sevkedildiği, yoksullaştırıldığı bu ülke, daha ne kadar Jakobenlerin alâmet-i farikası durumundaki "vatan tehlikede!" cayırtısının hamasî lâf kalabalığı ile idare-i maslahat edilebilecektir?
Evet, vatan tehlikede ama ideolojik bir tehdid değil bu; bir alt yapı tehdidi; her mânâda üretim artışı âcilen sağlanamaz ise adını açıklamakta mahzur gören ve görmeyen onca elitin yürümeye kaldırım bulup bulamayacağını görürüz; inşallah yanılan ben olurum.