Yoo, o kadar basit değil!
Kıssadan hisseyi peşinen söyleyelim; kibar veya nobran, dijital veya babadan kalma usulle fark etmiyor; siyasi düzene müdahaleler, kolektif mantığı bozuyor, hasara uğratıyor.
Geçen gece yarısı televizyonda kanaldan kanala sekerek Ramazan eğlencesi aramakta iken yolum ulusalcılığı ile mâruf bir "ey gâziler" ekranına uğradı. "Ey gâziler ekranı" demem sebepsiz değil: Birkaç meşhur ve mâlum kişi, camlı bir masanın etrafına oturmuş, "biz bu kadar az değildik; hele bir yekinelim, sağdan sayalım, taburun akşam yoklaması alalım" diye birbirlerine endişe boca etmekteler.
Bir an, "rol mü yapıyorlar, gizliden gizliye dalga mı geçiyorlar" diye tereddüd ettim, benzetemedim. Ayrı dünyaların insanı olmak böyle bir şey galiba; samimiyetle anlamak istememe rağmen, adamın endişesi bana gülünecek bir şey gibi geliyor. Kaç milyon kişiyiz? Niçin merak ediyorsunuz ki, temmuzdan bu yana kaç gün geçti?
O derin mağlubiyet psikolojisi nedir yani; korkudan takallüs etmiş yüzler, koyun cebindeki cüzdanı çekip içinden kemâl-i ciddiyetle Cumhuriyet gazetesinden kesilmiş kupürler okumalar; "Açlık sınırına dayandık, 12 milyon insan iftar çadırlarına muhtaç, dibe vurmuşuz." Sonra, "biz bu hallere nasıl geldik" sızlanmaları.. Niçin hayal kırıklığına uğradıkları açıktır; 27 Nisan muhtırası, bu muhit üzerinde suların yukarı akması cinsinden bir mucize beklentisi uyandırmış demek ki: İşler kötüye gittiğinde ordu gelir, işe el koyar ve durumu düzeltir. Bu defa olmayınca, yerçekimi kanununun artık işe yaramaması cinsinden bir derin ürpertiye kapılıyorlar; "ne oluyoruz, nereye gidiyoruz, biz kaç kişiyiz, bir milyon çıkar mıyız, haydi bir daha sayalım!"
Nereden sayarsanız sayın, biz kırk kişiyiz, kırkımız da birbirimizi biliriz fakat merak etmediğimiz, tarih okumadığımız, kısa yoldan köşe olmak hilekârlığını dünyanın en mazbut ve en fâzıl kariyeri saydığımız için kendimize kafadan ayrı ayrı baloncuk dünyalar icat edip içine kapanıyoruz: Laikçiler, Müslümanlar, şunlar, bunlar...
O iki dünya arasında kıyamet kadar geçiş bölmesi var; meselâ bizim Marksistlerin mühimce bir kısmı felâket derecede mistik ve romantik olduklarını bilmezler meselâ; İslâm'ın kültürüyle nisbetleri ise sandıklarından çok fazladır. Diyger cihetten "Müslüman" diye kategori açmak caiz ise, onların kısm-ı âzâmında bu dünyanın öteki taraftan daha tatlı ve önemli bir yer olduğu kanaatinin pekişmeye başladığını bir kenara yazmalıyız. Ortaklıkların farktan ziyade olduğu, garip bir dikotomi!
Ha, bir dakika; eğer bu yetmiş milyon küsur ahalinin Müslümanlıktan ne anladığını ölçmek için ekrandan fışkıran şeyleri ölçü diye alacaksak, o zaman durum çok daha vahim demektir. Meraksızlık, tembellik, "esâtir-i evvelin" ile idare edip gitmenin sadece laikçilere mahsus bir zaafiyet olduğu ne mâlum? Laikçi muhitlerin 27 Nisan sürecini doğru okumadığını ileri sürüyoruz, peki, laikçi olmayan muhitler; Müslümanlar, muhafazakârlar, mazbutlar, mütedeyyinler doğru anlamış mıdır? "İlk devre böyle bitti ama ikinci devrede maçı çevirip rövanşı aldık" psikolojisi seçim öncesi işe yarayabilir fakat hiç de analitik bir yaklaşım sayılmaz. Sözü getirmek istediğim asıl yer burası. 28 Şubat'tan beri Türkiye'de neler olup bittiğini sade başlıklar halinde alt alta sıralasak neticede gülünecek bir sonuç çıkar: "Ne yani, bu ülkede sözü geçen insanlar, kurumlara yön veren kişiler bu kadar sığ mı?" diye paniğe kapılasımız gelir.
Otuz seneden beri siyasetinin temel dinamiğini başörtüsüne bağlamış bir başka yer tasavvur edebilir misiniz dünyada? Az buçuk tarih bilirim; tarihte Türklüğe karşı bundan daha rezilce bir hakaret yöneltildiğini okumamışımdır.