Yönetememek!

Baba balık, etrafına topladığı yavrularına hayat dersi veriyor, kendilerini tehlikelerden nasıl koruyacaklarını anlatıyormuş:

“Yavrularım, parlak renkli çengelli iğneye takılan küçük yem parçalarına aldanmayın; buna olta derler, insanların kurduğu tuzaktır. Bunun muhtelif şekilleri vardır. Birincisi...” derken yukarıdan aşağı geniş bir ağ hışımla inivermiş üstlerine. Çocuklar, “Bu nedir baba?” demişler, “Bize bundan bahsetmemiştin.” Baba balık, “Buna tepeden inme derler evlatlarım.” demiş, “Bunun tedbiri yoktur.”

Türkiye’nin Suriye politikaları, bir manada kaderin kaçınılmaz kıldığı ve âdeta sürüklediği bir yaklaşım değildi. Çok başarılı bir diplomasi yürüttüğüne inanan ve dış politikasını “Stratejik Derinlik” adı verilen bir doktrinden hareketle belirleyen bir ekibin güya hesaplı ve soğukkanlı adımlarıydı.

Ülkeler bazen tek başlarına önlemeye güç yetiremeyecekleri büyük problemlerle yüz yüze gelir, istemeden de olsa bedel öderler: 8 yıl süren Irak-İran savaşı böyleydi; daha sonra Irak’ın ABD’nin bilgisi altında Kuveyt’e saldırması, ardından ABD’nin Irak’ı işgal etmesinde de Türkiye’nin doğrudan dahli yoktu. Nitekim 2003’teki meşhur tezkere hadisesinde de TBMM, Irak’a müdahale için Türk topraklarını kullanmak isteyen ABD askerî güçlerine izin vermeyerek Türkiye’yi muhtemel bir bâdireden uzak tutmayı başarmıştı. Bu oltaları tanımıştık yani!

2011’de, Arap Baharı’nın sahte rüzgârından etkilenen Suriye muhalefetinin Esed rejimine başkaldırmasıyla başlayan süreçte Türkiye yine de “Tepeden inme”, emrivâki bir pozisyonla karşı karşıya değildi. Konuya mesafeli yaklaşabilir, ihtiyatını sürdürebilirdi. Bunu yapmak yerine yavru balıkların hayatta ilk defa karşılaştıkları oltayı merak etmesi gibi büyük bir hevesle Suriye’nin iç işlerine müdahil oldu. Silahlanmaya başlayan muhalefeti destekledi. Dönemin başbakanı, “Suriye artık bizim iç meselemizdir” diyecek derecede büyük bir angajmana girdi. Türkiye’de defalarca Suriyeli muhalifleri bir araya getirip yönlendiren açık toplantılar düzenlendi. Ne var ki Rusya, İran ve Çin, Suriye rejimine desteğini belli edince Türkiye’nin aktif müdahale yaklaşımı çöktü. Esed güçlendi, muhalif cephe zayıflayıp dağıldı ve birbiriyle çatışmaya başladı.

Hayır, bu “tepeden inme” cinsinden bir emrivaki değildi; irâdi, hatta gönüllü bir politik pozisyondu ve bu yaklaşımın başaktörleri, bugün hâlâ Türkiye’yi yönetmeye devam ediyorlar!

Buna ne kadar “yönetmek” denebilir, tartışılır! Daha ziyade ‘yönetememek’ kavramı daha uygun düşüyor. Suriye politikasındaki çelişkiler Suruç sınırındaki Kobani’ye IŞİD güçlerinin tehdidi ile “tepeden inme” bir fillî durum ve çelişki yarattı. Meclis’ten tezkere yetkisi alan hükümet, Kobani’ye aktif destek isteyen HDP-PKK’ya karşı bu defa ağırkanlı bir tutuma büründü. Cumhurbaşkanı’nın geçen hafta Gaziantep’te “Kobani düştü, düşüyor” açıklaması yapması, Kürt kamuoyunda büyük öfke patlamasına yol açtı. Suriye’nin kuzeyinde, batıda Akdeniz’e kadar açılan yeni bir Kürt devleti şansının elinden kayıp gittiğini gören HDP-PKK çizgisi, destekçi kitlelerine “Direnin” mesajı verince Türkiye karıştı. 20’den fazla insan çatışmalarda öldürüldü. İçişleri Bakanı olayın ilk saatlerinde öfkeyle yaptığı açıklamada, şiddete misliyle cevap vereceklerini ifade etti. Başbakan, olaylardan HDP’yi sorumlu tutarken HDP sözcüsü Demirtaş, sadece anayasal protesto haklarını kullandıklarını ileri sürerek Türkiye’yi acilen Kobani’deki drama müdahaleye davet etti. Aynı saatlerde Cumhurbaşkanı, “Sokaklardaki şiddet olayları ile Kobani meselesi arasında ilgi yoktur” şeklinde şaşırtıcı bir değerlendirmede bulunurken, Gezi sürecindeki kutuplaştırma siyasetini (gerginlikten çıkar üretme) hatırlatan bir yaklaşımı benimseyeceğinin ipuçlarını verdi.

Kaos ve bunalım insanlık tarihinin fıtratında hep vardı ve olacak. İyi yönetici kumaşına sahip ekipler bunalımın altında ezilmek yerine krizden yeni açılımlar türetmesini başarırlar; işte bu açıdan tam bir yetersizlikle karşı karşıyayız. Bu krizleri yönetmesini beklediğimiz kişiler, krizin bizzat baş sorumlularından başkası değil ve bu noktadan sonra ülkeyi daha iyi yönetebilecekleri konusunda hiçbir ümit ışığı sızdırmamakta ısrar ediyorlar.

Eskiler bu gibi hâllere “kaht-ı ricâl” derlerdi, şimdilerde ne denildiğini bilmiyorum!