Yolgeçen müzesi
Önceleri herkes gibi ben de yazıklanır, "Vay alçak namussuz Batılı arkeolog suretindeki hırsız herifler; soyup soğana çevirmişler caanım tarihî güzelliklerimizi" diye üzülür, kendime eziyet ederdim; siz buna, o dönemde sorumluluk üstlenmiş yöneticilerin gafletinden duyduğum öfkeyi de ilâve etmelisiniz, "Bak bak bak, adama bak; elin Alamanı koca tapınağı temelinden sökmüş götürüyor, bizimki de seyrediyor. Vatan haini bunlar, kıtır kıtır keseceksin vs. vs..."
Şöyle bir anlayışımız vardır (Siz de bu arada itiraf edip rahatlayınız): Ülkemizin bütün güzellikleri ve serveti bize aittir, bizde kalmalıdır; biz onlara gözümüzün çiçeği gibi bakar, esen rüzgârlardan bile sakınırız.
Diyelim ki vaktiyle Bergama'da sağında solunda keçiler koyunlar otlayıp şen çobanlar kaval çalarken ööyle durup duran meşhur Zeus Altarı (Sunak demek oluyor), her ne kadar Hellenistik dönemden kalmış ve Bergama Kralı II. Eumenes tarafından Galatlara karşı kazanılan zaferin hâtırası için yapılmış olsa da neticede bize ait bir eserdir ve biz ona ebediyyen sahip olmalı, vatanımızda muhafaza etmeliyizdir.
İşte vaktiyle böyle düşünüyordum; artık öyle düşünmüyorum.
Yöreye ilk demiryolu çalışmalarının tedkiklerini yapmak üzere gelen Alman Demiryolu heyetinden Carl Humann, (ki sene 1878'di ve Cennetmekân II. Abdülhamid Han padişahımız, henüz darbecilerin ter kokusu hissedilen soğuk saray koridorlarında minderini ısıtmaya bile muvaffak olamamıştı), evet, Carl Humann, Zeus Altar'ını görünce çarpıldı (bu kısmını ben uydurdum) ve hemen Alman elçiliğini devreye sokarak Zeus Altar'ının olduğu gibi sökülerek Berlin'e nakledilmesi konusunda Abdülhamid Han'dan irâde çıkarmaya muvaffak oldu.
Allah Abdülhamid Han'dan razı olsun; gerekli izni verdi. Alman arkeologları altarın her bir taşını tek tek numaraladılar, itina ile tahta kasalara koyup -muhtemelen- İzmir limanından gemilere yüklediler, Berlin'e naklettiler ve orada üstü kapalı bir büyük mekânda yeniden bir araya getirerek insanlığın ortak eserlerinden birisini teşkil eden bu Zeus altarını bugüne kadar olduğu gibi muhafaza ettiler.
Eğer Abdülhamid, "Bakındı hele Alaman kâfirlerine; zırnık koklatmazam; bu benim milletimin malıdır; istersem dinamit koyar patlatırım, kimseleri enterese etmez" deseydi, o gün itibariyle o lâfın üstüne çıkacak bir başka söz olamazdı. Altar Bergama'da, şimdi sadece temellerinin bulunduğu yerde kalır ve muhtemelen defineci esnafının tırtıklamasıyla şakülünden çıkıp yanlar, değerli heykelleri hırsızlar tarafından çalınır, veya daha kötüsü yerinden sökmek için acele eden acemilerin elinde sakatlanıp parçalanırdı.
"Kılına bile zarar gelmezdi; zira biz tarihî eserlere çok saygılıyızdır" diyebilecek bir babayiğit varsa lütfen ayağa kalksın ki o babayiğidi hepimiz görebilelim...
Vaktiyle popüler tarih dergilerinde Zeus sunağının fotoğrafını görür, kızardım; artık kızmıyorum, seviniyorum; çünkü adam gibi bir arkeologun eline düşen tarihî buluntunun hayatı kurtuluyor, fakat o buluntu devletin eline geçmişse abdestimiz kaçıveriyor... Bir defa diyelim ki nadir bulunan bir tarihî eser ortaya çıktı; nerede, nasıl muhafaza edilecek, nasıl sergilenecek, envanteri, katalogu nasıl yapılacak? Bunların her biri başlıbaşına dert...
Bundan on gün kadar önce Kültür Bakanı, uzmanları yanına alarak uzun bir basın toplantısı yaptı; o konuşmanın satıraralarında gördük ki müzeciliğimiz hiç de yüz ağartır bir seviyeye çıkamamış durumdadır. İrili ufaklı hırsızlıklar-soygunların tahribatı kadar bakım, onarım ve muhafaza kusurları yüzünden helâk ettiğimiz eser sayısı hiç de azımsanacak ölçülerde değildir.
Yolgeçen müzesi diye bir kavram çıktı; ne zaman müzelerimizden birinde yolsuzluk, hırsızlık, ihmâl vakası duyulsa "Yolgeçen müzesi" tâbiri hatırlanıveriyor.
Evet, müzecilikte Osman Hamdi Bey'den bu yana çok mesafe aldık; dünya çapında varlığıyla övünebileceğimiz modern müzelerimiz de vardır ve nankörlük etmenin âlemi bulunmamaktadır ama müzecilikte kötü bir sâbıka siciline sahip olduğumuz da inkâr edilemez.
Biz müzelerin hep sergi reyonlarındaki görüntülerini biliriz; müzelerin bir ambar kısmı vardır; oradaki objelerin ne halde olduğunu biz bilemeyiz, sadece Kültür Bakanlığı'nın yetkili müfettişleri bilir. "Bu işler niçin düzgün yönetilmiyor?" diye sual olunduğunda ise yağmur gibi şikâyetlerle karşılaşırız: Kadro yetersizdir, uzman azdır, depolama sıkıntıları vardır, iklimleme cihazları dünyanın parasıdır, binalar yetersizdir, mevzuat eskimiştir... Bürokratik mâzeret dehâmız, bir işin nasıl gerçekleşebileceğine değil, nasıl başarısızlığa uğramaya mahkûm olduğuna dair akıl almaz deliller koyar önümüze.
İşte bu gibi sebeplerden dolayı ne zaman Batı müzelerinde Anadolu'dan götürülmüş (veya çalınmış, hiç önemli değil) bir eserin varlığından haberdar olsam, onlara Almanya'ya çalışmaya giden işçi muamelesi yaparım kendimce, "Gurbetlik zor iş ama kendini kurtarmış garibim" derim; "Türkiye'de olsa kim bilir başına neler gelecekti; hiç değilse burada şanına yakışır şekilde tarihî eser muamelesi görüyor" diye düşünürüm.
O eser oradadır işte, falan ülkede filan müzededir; karnı tok, sırtı pektir. Layık olduğu gibi korunmakta, bakımı yapılmakta, sergilenmekte ve hakkında bilimsel yayın yapılmaktadır.
İçim burulur ama fazlaca üzülmem. Böyle düşünmekte haksız olduğumu söyleyebilir misiniz bana?
YÖK BAŞKANINA AÇIK ŞİKÂYET
Yükseköğretim kurumumuz bundan 2,5 sene önce 'Ulusal Tez Arşivi'ne korunan bilimsel tezlerin tamamını "Elektronik tez arşivi" projesi kapsamında dijital ortama taşıyarak erişime açmış. Cümleyi okuyunca, "Bu kadar güzellik Türkiye'de ardı ardına gelmez, mutlaka bir aksilik çıkmıştır" diye düşünmeden edemiyorsunuz. Nitekim daha sonra bazı tez sahiplerinin itirazı üzerine konu incelenmiş veee sadece izin verenlerin tezleri paylaşıma açık tutulmuş. Bazı tez sahipleri de çeşitli gerekçelerle tezlerine zaman sınırlaması koymaya başlamışlar; yani "Benim tezimi üç yıldan önce paylaşıma açmayın" gibi...
Bunun anlamı nedir ve bizi niçin ilgilendiriyor? İzah edelim.
YÖK'e bağlı üniversitelerde tez çalışması yapanlar, tezleri yeterli ve başarılı kabul edildikten sonra gerek dijital kaydını gerekse kâğıda basılı ciltler halinde bağlı oldukları enstitüye teslim ederler ve bunun karşılığında "Bilimde uzman" veya "Bilim doktoru" gibi ünvanlar alır, terfi ederler.
Bu ünvanların veriliş, bu tezlerin yapılış sebebi, kabul edilen tezlerin kamuya ve topluma, dolayısıyla dışardan gelebilecek tenkid ve katkılara açık bulunması, bilim hayatımıza bir katkı yapacağı varsayımıdır.
YÖK'ün, bazı tez sahiplerinin "Benim tezimi paylaşıma açmayın" ikazını haklı bularak, bazı tezlere ulaşımı engellemesini çok garip bulduğumu söylemek istiyorum.
Bir tez sahibi, tezini henüz yayına ve başkalarıyla paylaşmaya hazır görmüyorsa, o tez karşılığı elde edeceği avantajlardan da vazgeçmelidir. Bir doktora sahibi, hem doktor ünvanını kullanıp hem de tezini paylaşımdan saklayamaz; buna hakkı olmaması gerekir. Kaldı ki tezler, olgunluk itibariyle bir bilim jürisi tarafından incelendiği ve yeterli bulunduğu için sahibine sözkonusu ünvanlar verilmektedir. Her hâl ü kârda bir tezi kamuoyunun nazarından saklama bahanesi komiktir.
Bir enstitü ve danışman tarafından yönetilen tezler, yazarlarının ebedi mülkiyetinde sayılamazlar; kamu bütçesiyle yönetildikleri için kamu yararına açılmaları, paylaşılmaları, tartışılmaları ve irdelenmeleri gerekir. Fikri hırsızlık ihtimâli öne sürülerek böyle garip bir uygulamaya gidilmesi bahâne olmuyor.
YÖK, yaptığı çalışmanın sonucunu sadece kendine saklamayı veya ilerde uygun göreceği zamanda başkalarıyla paylaşmayı düşünen akademisyenlere "ambargo" hakkı tanıyarak garip bir uygulamaya imzasını koyuyor.
Bu durumu kendi adıma protesto ediyor ve tezlere tanınan ambargo hakkının derhal kaldırılmasını talep ediyorum.