Yiğitlik bende kalsın: Ben de hırsızımı affediyorum!
Madem ‘trend’ budur, ‘Kambersiz düğün olmaz’ diyerek ben de ‘aklama-paklama’ alayına katılıyor ve kendi hırsızımı affediyorum!
Olay şöyle oldu: Defterime not ettiğim için gayet iyi hatırlıyorum: 2013 yılı 23 Nisan’ı sabaha karşı 4.30 sularıydı. Sanki birinin sert bir cisimle kalorifer borusuna vurmasını andıran bir sesle uyanıp başucu lâmbamı yaktım, yatakta doğrulup etrafa kulak kesildim; çıt yok. Derken ‘güm’ diye bir ses. Antredeki askılıkta asılı bütün giyeceklerin yere yığılmış olduğunu farketmedim bile. Salona geçtim, konsol çekmeceleri açık... Kabahati hemen eşime ihâle ettim kestirmeden; insan çekmeceleri kapatmaz mıydı? ‘Bir su içip yatayım’ diye mutfağa girdiğimde balkon kapısını açık buldum. Bu kadarı fazlaydı; balkon kapısı da açık bırakılır mıydı yahu?
Geri zekâlılığın bu kadarı fazla; eve resmen hırsız girmişti ayol! O an sırtımın buz kestiğini hissettim. ‘Sağda solda saklanıp da kendini bana telef ettirmesin alçak herif’ diye ortalığı bir daha kolaçan ettikten sonra hanımı uyandırıp lisân-ı münasiple vaziyeti anlattım. Gecenin karanlığında evde hızla hasar tesbitine giriştik: Hanımın cüzdanındaki birkaç yüz lira, benim cep telefonum ve araba anahtarı görünürlerde yoktu. Sevgili hırsızımız uyandığımı hissedince alelacele girdiği kapıdan yani mutfaktaki balkon kapısından iki kat aşağıya güm diye atlayıp kaybolmuştu.
Hanımla durum değerlendirmesi yaptık, polise haber verip vermemek konusu tartışıldı. Bence lüzumsuzdu ve sirkatin siyasi boyutu olmadığı için emniyeti yormanın âlemi yoktu fakat ertesi gün şöyle bir lüzum hâsıl oldu; araba anahtarının yenisini yaptırmak hayli tuzluydu ve sigortanın bu bedeli ödemesi için polis tutanağı lâzımdı vesaire...
Öğle üzeri polisler geldi, etrafı gezip kapıya-bacaya sahip çıkmamızı tembih etti ve gittiler. Zabıt ‘merkez’de tanzim edilirmiş. Ertesi gün karakola gidip zabtı aldık ve iş kapandı. O gün itibariyle zaten hırsızımıza beddua etmemeyi kararlaştırmıştık; çünkü nihai tahlilde kibar ve anlayışlı bir gece işçisiydi: Yüzünü bize göstermemiş, evin harîmine kadar sokulmama nezâketi göstererek, savuşup gitmişti.
Böyle düşünmekle birlikte geçen 5 Ocak Pazartesi akşamı saat 17.25’e kadar içimde küçük bir ümit vardı. Polis bir şekilde bizim hırsızı enseleyecek, telefonumu iade edecek ve ben de “Vay be, helâl olsun emniyetimize” diyecektim. 5 Ocak akşamı, bu çocuksu beklentilerime bir son verdim. Hanımla yine kısa bir müzâkereden sonra ortak bir aile kararı aldık ki aynı zamanda hırsızımıza da bir mesajdır:
-Biz senden razıyız ey hırsızımız; evden çaldıkların helâl ü hoş olsun; yarasın, lop lop et olsun; zira en azından mesleğini icrâ ederken hane halkını rahatsız etmedin, yüzünü bize gösterip yüreğimizi kaldırmadın, daha fenası bizimle açık oturum polemiklerine girişip, ‘Hırsızlık-yolsuzluk nedir aradaki farkı bilmeden konuşup duruyorsunuz; var mı elinizde mahkeme kararı; takipsizlik nedir bilir misiniz siz? Kıytırık bir emniyet tutanağı ile benim şerefimle oynayamazsınız! Ayrıca olayın üzerinden iki koca seçim geçti. Hırsız olsam halkım cezamı vermez miydi? Bu yaptığınız bana alenî bir darbe olup mesleki şeref ve itibarımla oynadığınız için sizi sürüm sürüm süründüreceğim; bu iş burada bitmez. Evet, evinize girdim ama ininize girmedim; oraya da gireceğim. Ağzınızdaki implant dişlere kadar söküp ardından kırmızı bültenle sizi interpollere vereceğim’ dememek inceliğini gösterdiğin için çok müteşekkiriz. Son bir yılda şahit olduğumuz hadiselerin üstüne 5 Ocak günü iyice idrak ettik ki, hırsız dediğin makûle tek bir millet değildir; onun dahi hırlısı-hırsızı vardır. Sen en azından ‘hırlı’ hırsız çıktığın, vaktiyle bir miktar da olsa temiz sütle beslendiğin ve en azından aile mahremiyetine hürmet gösterdiğin için sana dünya-âhiret haklarımızı helâl ediyoruz!
Ne kadar da âlicenâbım yahu; kendimi takdir edesim geldi vallahi! [email protected]