Yetti gaari; accık huzur!
Kazancı Yokuşu’ndaki patlamanın sesi Üsküdar’dan duyulduğunda herkes gibi yüreğim ağzıma geldi.
Haber sitelerine ve ekranlara olayla ilgili ilk haberler düşene kadar geçen birkaç dakika içinde müthiş bir tedirginliğe kapıldım: Siyasî yönü var mıydı, terör saldırısı mıydı, neydi? Söylemek insanın içini acıtıyor ama sıradan bir tüp infilâki olduğunu, üstelik can kaybı da olmadığını duyunca “Ohh ya Rabbî şükür” dedik.
Haber kanallarındaki rahatlık da, aynı duyguyu yansıtıyordu. Birkaç saatliğine olsun, artık hepimizi bunalma raddelerine getiren, “yeter artık!” dedirten gündemden uzaklaşmanın sevinci(!) bârizdi; Türkiye’de şöyle sıradan, kimselerin fişteklemediği, paralel yapıların üzerine ihâle edilmeyen şeylerin de olabileceği hissine dokunmak güzeldi.
Unutmuşuz ve nerelere gelmişiz!
Acaba biz korkularından kavranarak yönlendirilmeyi hak etmiş bir toplum mu olduk? Olup bitenleri sürekli olarak hain-vatansever, dost-düşman, iyi-kötü kutuplaştırması dayatılarak algılamamızı istemek, aynı zamanda siyasetçinin vatandaşı güdülemesi olarak okunabilir mi? Her vesilede sözü iç düşmanlara getirerek birilerini şeytanlaştırmak, milletin ortak aklına saygısızlık değil midir?
Yüksek gerilim ve tansiyon herkesi son derece rahatsız ediyor. Kendini taraf hissetmeyen, hırçınlaşmayan kimse kalmadı. İstenen bu mudur yani? Siyasî kanaatler, içimizde özel bir yerde saklı tuttuğumuz, gündelik hayatta dışa vurulmasına pek gerek görmediğimiz, pek de hayâtî olmayan bir ayrıntıydı; iki aydan bu yana asûdeliğine sığınabileceğimiz şahsî bir liman kalmadı: Gerilim soluyor, nefret içiyor, düşmanlıkla beslenerek ayakta duruyoruz...
O meşhur tabirle “kimse kusura bakmasın” ama, bu çılgın temponun ve aşırı tansiyonun başlıca sebebi Başbakan’dır. Bir hafta sonu molası bile vermeden artık mûtad hale getirdiği yevmî salvolarla her gün birilerine hücûm ediyor, tehditler yağdırıyor; kelimeleri özene bezene bileyip sivrilterek şöyle böyle her iki kişiden birini ötekileştiriyor. Kalan yarıyı ise “Biz varsak siz de varsınız; sıkı çalışmazsanız sonumuz karanlık... Eteğime tutunun, sizi karanlıktan aydınlığa çıkarayım” yollu bir ters tehditle korkutup pekiştirmeye çalışıyor.
Fâsıla vermiyor, duraklamıyor; bıraktığı yerde basındaki destekçileri devreye giriyor. Söylenen, ileri sürülen şeylerin gerçek olup olmadığına bile pek aldırış edilmiyor artık, günü kurtarmak kâfi sayılıyor.
Hükümetin ilk görevlerinden biri de halkın huzuru değil midir yahu; huzuru unuttuk. Şu sıkıntılı demde insanların sinir uçlarını aşırılıkla tahriş ederek, korkutarak, sindirerek, yıldırarak hükûmet ettiği için bu hükûmete güvenim kalmadı.
Sükûnet ve huzur, seferberlik psikolojisiyle, “milli mücadele” edebiyatıyla, takrir-i sükûn tehditleriyle tesis edilmez. Hayır efendim, kurtarıcılığa kim soyunursa soyunsun, bir kere daha “kurtarılmak” filan istemiyorum ben! Az buçuk tarih okudum: Kurtarıcılardan kurtulmanın mâliyetini iyi bilirim!
Gündelik hayatın sıkıcı, gündeminin alabildiğine rutin, kural ve kurumların görünmez ama etkili çalıştığı bir ülkem olsun istiyorum. Öfkeden takallüs etmiş bir çehrenin her gün ekranlardan “milli irade”nin baskı altına aldığı, insanları birbirine hedef göstererek siyasî ömrünü uzatmaya kalkıştığı bir siyasi basınç atmosferi istemiyorum. Lütuf göstermeyeceksiniz, rutin anayasal görevinizi yapacaksınız; din, mukaddesat, vatan, bacımın başörtüsü edebiyatından sıkıldım artık. Sıkıcı bir ülkem olsun, ara sıra canım sıkılsın istiyorum. Taraf-ı şâhânenizce her gün sıkıştırılmak değil.
Yeter yahu; insanlara huzur istiyor, anlayın!