"Yerli"
Şair Necati, genç yaşta "nizam-ı alem" uğruna katledilen Şehzade Abdullah'ın ölümünün ardından duyduğu teessür ve şaşkınlığı,
"Yanunca bunca kulundan bir ademi bile yok;
Begüm bu nice seferdür kim ihtiyar ettin"beyiti ile sual çengeline asmıştı. Beli, hep yalnız ölürüz; Necati'nin beyitindeki amansız sual şüphesiz her beşer için caridir; ama daha çok "devletlu" takımının devr-i saltanatındaki debdebesi ile ölüm anındaki kaçınılmaz yalnızlığı yan yana getirmesiyle gerçek derinliğini inşa eder. Barış Manço'nun ölüm haberi duyulur duyulmaz hemen herkesi tesiri altında bırakan o "samimi" teessür beni de çok etkiledi. Barış Çelebi, öbür tarafa "kul takımı"nın hep ustalıkla gizleyegeldiği "bitse de gitsek" sızlanmasıyla değil; ancak gönüller fetheden bir "altın yürek"in -şahlara yakışır anlamında- "şahane" vedaı ile uğurlandı. Taşıdığı "devlet sanatçılığı" unvanını onurlandırarak, kıymetlendirerek gitti. Ardından -ne manaya geldiğini hala bilmediğim- mumlar yakıldı, alkışlar tutuldu, tekbirler salavatlar getirildi, Fatihalar yollandı. İlk defa bir cenazede bu kadar değişik teessür gösterisi, insanlarda yadırgama hissi uyandırmaksızın bir araya geldi. Belki de en manidarı, evinin karşısındaki kilisede onun ruhunu taziz için yapılan ruhani ayin idi. Herkes onu, bildiği, güzel ve doğru saydığı, değer verdiği usul üzre yolculadı ve hayrettir bunca farklılıktan, damakta kekre bir lezzet bırakan o hazin kakafoni yerine pek latif bir sada kaldı. Barış Çelebi, ufulüyle bize bir millet olmamız gerektiğini hatırlatarak gitti.
Keder insanları birleştiriyor, gözyaşını, teessürü ve acıyı tercümeye gerek yok; kendi diliyle konuşan insanlık halleri bunlar; marifet, şuur irtifaında yan yana gelmenin edebini ihya etmekte.
"Dağlar dağlar" ve "Kol düğmeleri" dışında zihnimde gezdirdiğim bestesini hatırlamıyorum. Ne gam; sağlığında bana mektep şarkısı gibi görünen onca bestesi, kırk seneden beri çocuklara, gençlere edeb ve irfan telkin etmiş; ne saadet, ne mazhariyet. Onun neslinden, sağlığında en az onun kadar şöhretin lezzetini tatmış nice sanatkar ve müzisyen de daha önce sırasını savmıştı; ama hiçbiri bu kadar yaygın bir samimi teessür vakıası uyandırmadı. Niçin?
Zaman'da yazan değerli kalem arkadaşlarım, birbirleriyle kavilleşmedikleri halde Barış Manço'nun "yerli" niteliği üzerinde ittifak ettiler; bu hükme diğer mahfillerden iştirak edenler de oldu. Bir süreden beri "milliyetçilik" kavramının artık kendi realitemizi tarif etmekte yetersiz kaldığı gerekçesiyle, onun yerine ikaame edilebilecek bir başka tabir arayışı içinde "yerli" ve "yerlilik" kelimelerinin içini doldurmaya uğraşıyorum; meselenin siyasi boyutu ihmal edilemeyecek derecede kendiliğinden öne çıktığı için çoğu kere yanlış anlamalara sebebiyet veren bu arayışı tecessüm ettirecek bir isim daha yetişti imdadıma: İşte Barış Manço bir "yerli" idi. Pergelinin iğneli bacağı Türkiye'de sabit, diğeriyle bütün yeryüzünü kolaçan eden uyanık bir gönül adamı. Onu, kendi nesli içinde farklı ve müstesna kılan şey, bize ait değerleri "global pazar"da rekabete sunabilecek bir dünyalı gibi davranmayı, sun'iliğe düşmeden başarabilmesiydi.
Geçenlerde bir yerde "düzgün adam" tabirini işittim; "adam gibi adam" manasında kullanılmıştı. Bunca insanın samimi şehadeti Barış Manço'nun "düzgün" bir adam olduğuna kafi olsa gerektir.
Cenazesindeki mahşeri kalabalığı izlerken içimden, "Galiba artık bir millet oluyoruz." diye düşünmüştüm; tam bu esnada bir dostum telefonla aradı; söz oraya gelince, aynı kelimelerle aynı şeyi hissettiğini anlattı, bu tevafuku hayra yorduk.
Şair, "Öyle bir ömr geçir ki olsun / Mevtin sana hande, halka matem" diyor; Barış Manço, bu nüktenin mazmununu doldurarak rahmete intikal etti.
"Er kişi"ye fatiha!..