Yer açın, Battal Gazi geliyor
Benim gibilerin, yani serbest okumalar yaparak İslâm kültüründe kendine göre kas geliştirenlerin dini konularda yazması bazı arkadaşları kızdırıyor. Keyfimden yazıyorsam nâmerdim. Din hakkında yazmak, yazarın dinle nisbetini kısmen âşikâr eden bir tutumdur ve meselâ, ‘Geçen gün camide şöyle bir şey oldu.’ cümlesi dolaylı olarak, ‘Ben de oradaydım ha; üstelik de abdestliydim!’ anlamına geleceği için haksız rekabet gibi görünüyor bana. Lâkin neyleyim, mecbur kalıyorum zira vaktinde yazılmayan şeyler hasseten müslümanların ve müslümanlığın izzetini yoruyor.
Alın işte size, ‘Namaz kılmayan hayvandır’ meselesi. Adamcağız teknik açıdan galat-ı meşhûr üzere konuşuyor ve hayvanlığı, aşağılık bir sıfat addediyor; biraz düşünse pekâlâ bilir ki, “Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih ederler… lakin siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsra-44) Kaldı ki, muhteremin namazdan anladığı şeyin de hayli su götüreceği de açık. Farsça’dan gelen ‘namaz’ kelimesi Kur’an’da yok; orada hep ‘salat’ olarak geçiyor. Biz Türklerin anladığı mânâda ‘namaz’ı da kapsamakla birlikte en geniş şekliyle istiğfar ve dua eylemleri yani, hatta bana göre İslâm’ın teorisini, hasseten ahlâkı hayata geçiren bütün eylemler salât. Türkçe ‘kılmak’ tabiri ise Kur’anda ‘ikaame’ anlamında. Dilden dile tercüme edilirken kaybolan nüanslar, girdiği dilin ikliminde farklı anlamlara bürünebiliyor. Biz ‘kılmak’ deyince, abdestli bir haldeyken gerekli şartları yerine getirerek namaz hareketlerini yapmayı anlıyoruz. Kur’an’da daima zekâtla birlikte zikredilen ‘salât’ın bir dizi harekete ve ritüele indirgenmesi gibi bir fiili kabul var, çoğumuzda. Ritüelin erkânı ile ‘edâ’sı, bazımızda salâtı yani en geniş mânâsıyla dua ve istiğfarı, Allah’a yöneliş ve ürperişi geriye düşüren bir ‘görevimi yaptım’ rahatlığına yol açıyor. Öyle olmasaydı, şu mübarek günlerde ve ayda ‘musalli’ oldukları şüphe götürmeyen bazı elemanların, sair ehl-i secde kardeşlerine bu derece derin bir kinle zulmetmelerini anlayamazdık. Tarafeyn’den en az birinin namazdan farklı bir şey anladığı kesindir ve bu kabul bizi, müslüman müslümana zulmetmez faraziyesine götürür. Bu faraziye teorik olarak doğru görünse de tarihen doğrulanmamıştır. İşte yazarınız bu gibi durumlarda dayanamayıp elinde tahta kılıçla ‘Dayan yiğidim yettim gaarii’ diyerek meydan-ı gazâya atlıyor ve kıt-kanaat aklıyla dininin izzetini müdafaaya kalkışıyor. Beyhude gayret! Biz burada birbirimizin ümüğüne basaraktan ‘kim daha iyi müslüman’ müsabakası yaparken oralarda herifin biri bar basıp elli kişiyi katlediyor ve Ali Bulaç, Gannuşi emsâli elli İslâm düşünürünün elli yılda biriktirdiği hasenatı elli saniyede siliveriyor.
Yazarınız buna dayanamıyor işte; belki vaktiyle ‘şöyle dindarım, böyle milliyetçiyim, aman da ne kadar muhafazakârım’ yollu sohbetler yapmıştır fakat bugünlerde bir hâl oldu (kan çekiyor kan), durup dururken müslümanlığını izhar etmeye, ne kadar asil bir soy ve boydan geldiğini imâya, ‘bizim medeniyyetimiiz’ hitabıyla başlayan nutuklar çekmeye sıkılır oldu. Hattâ utanıyor mudur nedir? Yahu utanacak ne var? Görünür olmak günümüzde her nevi ticaretin ilk maddesi değil midir? Bak, eloğlu bir fotoğraf karesine gireceğim diye bu yaşında nice zahmetlere girip bir sürü mesarif ile kendini helâk etmede. Çekinme yahu, ‘Müslümanlar ezilirkeen’ edebiyatına sen de katıl.
Sözü mühim bir konuya getirecektim arada kaynadı gitti. Biliyorsunuz Ali Bulaç’ın Dirâsât’ul Kur’an tefsiri yeni yayınlandı. Taze heves, okumaya başlamadan evvel ‘Bi tefe’ül edeyim, bakiim ne çıkacak’ dedim, aa Nisa Suresi 105. Âyet: “.. Sakın hainlerin savunucusu olma.” ‘Ne olmuş ki Allah Resûlunü böyle i’tab ediyor’ merakıyla başladım okumaya. (Yazarınız tefsir bile okuyor ha!) Meğer o âyet Tu’me bin Ubeyrık adlı sahâbeden bir zat hakkında nâzil olmuş. Yerim kalmadı, anlatamam ama siz okursunuz artık.