Yeni şehirleşme dalgası: Yeni bir medeniyet
"İlk bakışta Roma İmparatorluğu'nun en çarpıcı yanı askerî alandaki ileriliği olmakla birlikte, kültür tarihi açısından bakıldığında asıl önemli olgunun, şehirleşmedeki medenîlik süreci olduğu anlaşılır. Roma'nın en büyük işlevi Kıta Avrupası'na şehir kavramını tanıtmış olmasıdır."
Christopher Dawson, Batının Oluşumu,
Çev: D. Tayanç, Dergâh y. İst., 1976, s.30
Medenîlik kavramını şehirleşme ile târif edebilir miyiz? Bu, hayli tartışma götürür bir bakış açısıdır fakat iki kavram arasında çok sıkı bir ilişki olduğu tartışılmaz.
Cumhuriyet reformcuları, "muasır medeniyet" deyince kabaca batılı şehir hayatını kasdediyorlardı şüphesiz. Muasır medeniyeti, erişilmesi gereken bir ülkü olarak göstermek, dolayısıyla bize ait medeniyet anlayışını reddetmek, en azından yeterli bulmamak anlamına da gelir. Bu durumda iki farklı şehirleşme anlayışının mukayese edildiği ve neticede batılı şehir hayatının daha tercihe şâyan görüldüğü bir tablo ortaya çıkıyor. Halbuki iki farklı şehir hayatını mukayese etmekten ziyade iki farklı şehirleşme olgusu arasındaki üslûp ve rakamlara dikkat etmek daha anlamlı sonuçlar verebilirdi. Batı'da şehirleşme, sanayi inkılâbının tarım alanlarını ve tarım ekonomisini bize göre çok daha önceden ikinci dereceye düşürmesi sebebiyle daha yüksek hızda seyretti. Bizim XX. yüzyılın ikinci yarısında karşılaştığımız iç göç hareketleri ve şehirlerin tarım alanlarından nüfus çekmesi meselesi, batıda bize göre daha erken dönemlerde cereyan etti. Osmanlı toplumu, başlangıcından sona kadar köylü nüfusun yer yer yüzde 90'lara varan nisbette ağırlık taşıdığı bir muhteva göstermiştir. Köylü ve şehirli nüfus arasındaki oran bizde ancak 1980'li yıllarda birbirine eşit hale geldi; bugün bu rakam takriben yüzde 70'e yüzde 30 civarında şehirli nüfus lehine değişmiş bulunuyor.
Osmanlı toplumunda köylü ve şehirli nüfus arasındaki geçiş hızı ihmâl edilecek derecede düşüktü; İstanbul, tarihinin her döneminde aşırı nüfus baskısı altında kalması yüzünden mühim bir istisna teşkil eder; 93 Harbi diye bilinen 1876 OsmanlıRus Savaşı ve 1912'deki Balkan Harbi ertesindeki göç baskısı hariç Osmanlı şehirleri kendi iç dengelerini kurmak ve muhafaza etmek için sâkin zamanlar bulabilmişlerdi. Osmanlı şehirleri, şüphesiz şehir ahalisini kapsayan ölçekte medenî kriterler ortaya koymakta başarılı oldular. Bu yüzden meselâ "XVII. yüzyılda bir Osmanlı şehri ile bir batı şehri arasındaki medenîlik bakımından bir üstünlük var mıydı?" suali mânâsızdır bana göre. Şehir hayatı insan münasebetlerinin en yoğun şekle büründüğü ve bu yüzden karşılıklı hak ve ödev kavramlarının öne çıktığı, detaylı hukuk kurallarının kaçınılmaz bir ihtiyaç halinde belirdiği bir süreçtir. Şehir, farklılıkları bünyesinde barındırır: Meslek, sanat, sosyal statü, geçim kaynağı ve gelir itibariyle yeknesak olmayan unsurlar şehirlerde aynı mekânları paylaşırlar. İşbölümü had safhada olduğu için insanların birbirine bağımlılığı da fazladır. Bir şehir hayatı, işte bu gibi pratik problemlere cevap verebildiği ölçüde medenîlik vasfı taşımaya hak kazanır. Bu bakımdan dünyanın bütün şehirleri veya köyleri çoğunluğa varan ölçüde birbirlerine benzerler ve bu yüzdendir ki, "Osmanlı şehirlerinde vakıflar tarafından yönetilen çok sayıdaki hamamda gürül gürül sıcak sular akarken aynı tarihlerde batı şehirlerinde insanlar lazımlıklarını pencereden sokağa boşaltırlardı" türünden medenîlik iddiaları bana abartılı görünüyor.
Medenîlik kavramını anlamaya çalışırken, kaçınılmaz tarzda meseleye "millet" ölçeğiyle yaklaşıyoruz. Modern mânâda millet, adı üstünde yeni bir kavramdır; ezelî değildir. Bir milletin medenîliği deyince akla hemen köyü, kasabası, şehri, köylüsü, şehirlisi, sanatkârı, meslek sahibi ve işsiziyle büyük bir kitlenin davranışları ve ürünleri geliyor; bu kitle elbette yekpare (massive) bir bütünlük göstermez. Medenî davranış ve ürünler, bu kitle içinde hayli azınlıkta kalan bir zümre tarafından üretilir, korunur ve devam ettirilirler; kitlenin medenîliği ise sözkonusu davranış ve ürünlerin geniş ve mânidar çapta müşterek kabul görmesiyle anlam kazanır.
Hâle, yani şimdiki zamana gelelim: 21. yüzyılın eşiğindeki duruşlarıyla Türkler medenî bir millet midir suali, aslında şöyle tertib edilebilir: "Türkler, 21. yüzyılın başlarındaki haliyle şehirleşme sürecini tamamlamışlar mıdır?"
Şu tesbit hiç de mübalağalı sayılmaz: Türklerin Anadolu'ya gelişlerinden bu yana XX. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye nüfusunun köylüşehirli dengesinde profil değiştirmesi, Anadolu tarihinin en mühim sosyal hadiselerinden biridir; bu, çok önemli bir "oluş" ürecidir ve Hacı Bayram Velî'ye atfedilen, "Nâgehan bir şara vardım / Ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım / Taş ü toprak arasında" mısraı, sanki bugünler için söylenmiş gibidir. Türkler, tarihlerinde ilk defa "şehirli" bir karaktere bürünüyorlar ve köy hayatından şehir hayatının kompleks yapısına, tarım ekonomisinden tarım dışı sanayi, hizmet ve ticaret sektörüne yönelerek geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Türkiye, bir başka pencereden hızlı şehirleşme faaliyetinin açık şantiyesi gibi bir görüntü veriyor.
Sürecin tam orta zamanlarında yaşıyoruz; şehirlerin fiziki görüntüsündeki düşkünlük, alt yapı eksiklikleri, sağlıksız iskan tarzı gibi gözle görünür problemler yine aynı şehirlerde müşahede ettiğimiz magandalık, trafik keşmekeşi, seyyar satıcılık sektörü, mesleksizlik, kalitesiz eğitim ve gelir dağılımı makasının açılması gibi yevmî sıkıntılarımızla sıkı ilişikler içinde.
Şehirleşiyoruz; tarihimizde ilk defa nüfusumuzun yarısından hayli fazlası "şehir hayatı"na intibak etmeğe uğraşıyor.
Şehirleşiyoruz: Demokrasi, XX. yüzyılın ilk yarısında belki bir üstyapı kurumu gibi algılanıyordu ama bugün, şehir hayatının ve medenîliğin ayrılmaz bir parçası olduğunda daha geniş bir ittifak var. Hukuk devleti ihtiyacı, otuz yıl öncesine göre daha hayatî nitelik taşıyor. İnsan hakları, artık birkaç solcu entelektüelin snobluğundan ibaret gibi görünmüyor. Basın hayatımız, holding ve tröstlerin bütün itibar kaybına rağmen çoğulculuğun vazgeçilmez bir rüknü haline geldi.
Şehirleşiyoruz: Osmanlı toplumunun statik nüfus yapısı içinde ortaya koyduğu medeniyet anlayışı, yeni şehirleşme dalgasının sürüklediği şartlar çerçevesinde şehirlerin yeni ahalisine fazlaca bir şey ifade etmiyor. Biz Türkler bundan böyle medeniyet kavramını yeniden üretmeğe mecburuz: Şehirlerin fiziki ve manevi çehresiyle bir şantiyeye dönüştüğü şu günlerde birlikte barış içinde yaşamayı, aynı mekânları ve çevreyi paylaşma nezaketini, hukuku, yeni şehir düzenini sürdürecek ölçüde üretken ve eğitimli olmayı yeniden üretiyoruz.
Şehirleşiyoruz ve zamana ihtiyacımız var; barış bize zaman kazandırır, kavga ise süreyi uzatır. Bugün bize ümitsizlik veren iç kavgaların temelinde, müşterek bir medeniyet projesini henüz telaffuz edemeyişimizin sıkıntıları yatıyor.
Şehirleşiyoruz; bu aslında hayatla memat arasında bir süreç. Ve her iki mânâda başarmak zorunda olduğumuz bir vazife; bu dünya için medeniyet kavramını yeniden inşâya mecburuz; öteki dünya için de!