Ye acıyı içme suyu, yanarsa yansın
“1915 Ermeni olayları hakkındaki hükmü tarihçilere bırakalım” şarkısı yine dillerde; duyan da zanneder ki Türkler ilmî otonomiye büyük değer veren, ilme hürmetkâr ve sübjektiflikten yılandan korkar gibi çekinen bir toplumdur.
İlmi filan boşverin, düpedüz teknolojiye, yani ilmi verilerin günlük hayata uygulanması konusundaki sicil notumuzu öğrenmek için şu gariban Tübitak’ın başına gelenlere şöyle bir göz atmak kâfi. Bu kurumun son başkanı şu anda gözaltında; başkan yardımcısı ise iki kere tutukluluk talebiyle karşı karşıya! İlmî otonomiye hiç bulaşmayalım isterseniz; iki nokta eksiğiyle kestirmeden ‘YOK’ dersem, gerisini siz anlarsınız. Biz bilimin zekî, çalışkan ve devlet büyüklerinin sözünden çıkmayan yurtsever insanlar tarafından yapılmasını tercih ederiz. Nokta!
“Bi dakka, bi dakka; ilimi niçin karıştırıyorsun, burada ilimden değil tarihçilerden söz ediliyor” diyeceksiniz şimdi. Peki, öyle olsun; konuyu tarihçilere bırakalım ve siyasetçiler aradan çekilsin. Tabiatıyla ‘bağımsız’ çalışacaklarını varsaydığımız tarihçiler komisyonunda her iki zıt tezin temsilcileri olacak (Şu işi tamamen bize bıraksalar ya!). İşte bizim tarihçilerden oluşan milli takımımız şu şu isimlerden müteşekkil. Karşı tarafın kadrosuna bakalım… Oo mümkün değil bunların neredeyse tamamı Ermeni meselesinde daha önce ihsas-ı reyde bulunmuş kişiler. Reddediyoruz. Bizimkiler ise, “Arşivden babam bile çıksa, hiç düşünmem, yatırır çatır çatır irdelerim” diyebilecek kadar tarih ve hakikat aşkıyla dolu bir ekip. Başlarında, “Devletin yaptığı ilk ve son soykırım kuş gribi dolayısıyla hükümetin tüm tavukları öldürmesidir” veya “Türkler Anadolu’ya MÖ 5 bin yıllarında gelmiştir” teziyle ‘Biz 7 bin senedir Anadolu’nun otokton ahalisiyiz; n’aaber?” diyen bir milli kaptan yer almakta… Hâliyle ‘1915’te Anadolu’da ne olmuştu?’ sorusuna cevap bulacak tarihçiler komisyonunun “Yerçekimi kanunu diye bir şey vardır” hükmünde bile birleşmesini ümid etmek, hayal gücünü fazlaca zorlamak anlamına gelecektir.
Kaldı ki biz, milyonların gözü önünde cereyan eden darbe çalışmalarına şöyle ağız tadıyla ‘Darbeydi yahu’ diyemeyecek kertede ‘Milli birlik ve beraberlik ruhu’ndan uzak, ayrıca 17-25 Aralık haftası’nın kolektif bir düş azması olduğuna inandırılmış, en millî yargı üst kuruluşunun kararlarına bile “Siz bu işten ne anlarsınız kuzum; deliller cümleten çakmaydı” diyecek kadar hukuka güveni örselenmiş bir topluluğuz. Ezcümle hukuku da bilimi de bize vız gelir tırıs gider. Nitekim en yetkili ağızdan Avrupa Parlamentosu’nun son kararını “Keenlemyekûn” yani ‘yok hükmünde’ diye nitelemiş bulunmaktayız. Öyleyse, “Hüküm vermeyi tarihçilere bırakalım” yaklaşımı, teknik ve politik bakımdan “Güneydoğu’da ölü bulunan katırlar, toplumsal çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramadıkları için kolektif bunalıma kapılarak kendilerini intihar etmişlerdir; katırların otopsi raporları açıklanana kadar konuya yayın yasağı getirdik” izahından pek de farklı sayılmayacak bir kamu üst aklının tezahürü sayılabilir mi?
“Evet, evet, evet” demeye çekiniyorum; hele hele varlıklarıyla mevcut yönetime ‘kenar süsü’ cinsinden figüratif bir hoşluk veren milli muhalefetimizin Avrupa Parlamentosu’nun kararına karşı şahlanan bir eda ile gösterdiği ortak tepki tüylerimi diken diken etmişken böyle provokatif bir suale ‘evet’ demek hiç işime gelmiyor fakat sonuçta bu yazıya kimseyi incitmeyecek bir final cümlesi koyarak 1915 olayları hakkındaki şahsi fikrimi belirtmek zorundayım; ve bu fikir devletimizin milli yaklaşımından daha farklı ve ciddi olmalıdır!
‘Ahan da’ buldum: “Ye acıyı içme suyu yanarsa yansın; ye yağlıyı iç suyu donarsa donsun!”