Yazı ve biz
Bu toplum kâğıt üstünde zaman ve mekân itibariyle sürekliliğe sahiptir; Türk tarihini dörtbin sene öncesinden başlatanlar da var. Bu nasıl bir sürekliliktir ki, bizden üç kuşak önce yaşamış dedelerimizin estetik anlayışından yarım yüzyıl içinde birkaç bin sene geriye düşüvermişiz? Ne ev yapmayı biliyoruz, ne de şehir kurmayı; toplu yerlerde sıraya girmeyi bile unutmuşuz.
Konuyu en iyi grafik tasarımı ile uğraşanlar anlayacaktır ama meselenin herkesi ilgilendiren bir yanı var: Biz Türkler tabela kirliliğinin iki çehresine mağlup durumdayız; ilkini daha iyi farketmek için çarşı içinde bir sokağın ucunda durarak sonuna doğru manzarayı seyretmek gerekiyor. Birbiri üstüne binmiş gibi görünen, yan yana, alt alta, üst üste, muhtelif ebatlarda ve zevk seviyesinde bir yığın tabelâ; tam bir anarşi veya görüntü kirliliği. İkinci ise tabela üstünde ibarelerin diziliş biçimi, harflerin seçimi, renklendirilmesi ve bunun gibi ayrıntılara dair.
Çiçeği burnunda "Kitap Hayattır" dergisini karıştırıyordum; gözüme iki delikanlının Taksim'deki Atatürk Kitaplığı girişinde çektirdiği bir fotoğraf ilişti. Girişin üstündeki betondan yağmur sundurmasının karşıdan görünür kısmına büyük harflerle "Atatürk Kitaplığı" ibaresi yazılmış. Düzenlemeyi yapan kişi, herhalde uzaklardan rahatça görülsün diye harfleri yazı alanının alt ve üst sınırlarına değecek derece büyük tutunca ortaya çirkin bir grafik tasarımı çıkmış. Özel sektöre ait işyerlerinde tabela ve benzeri ticari yazılar biraz daha itinalı, ne var ki kamuya ait bina ve işyerlerinde, insana "aşkolsun, fevkalade güzel" dedirten bir tabela uygulamasına henüz rastlamadım. Özellikle hırdavatçılarda iri boyda pirinç döküm harfler sayıyla satılmaya başladıktan sonra kamudaki teknik hizmet elamanları birer amatör tabelacı kesildi. Harfler tek başına fena değil ama siyaha boyanmış alüminyum plakaların üzerine pirinç harfleri satır arası, harf arası, doluluk-boşluk oranlarına göre üslûbuyla yerleştirebilen bir 'sanatkâr'a henüz rastlamadım. İnanılır gibi değildir; üniversite kampüslerinde, fakülte girişlerinde, bölüm isimlerinde bile bu pirinç harf, siyah alüminyum zemin ve sarıya boyanmış yuvarlak çerçeve zevksizliğinden geçilmiyor.
Çirkinlikte bu derece ittifak etmemizin bir anlamı olmalı! Nedir bu?
Konu dikkatinizi çekmemiş olabilir ama isterseniz bugünden sonra karşılaştığınız büyük boydaki yazıların güzelliği hakkında bir fikir geliştirmeye başlayabilirsiniz: Afiş, bezbant, camekân yazısı, broşür, ticari reklam panolarında yer alan yazılar, apartmanların giriş kapısındaki mermer isim levhaları, belediyenin her kapıya astığı numara belirten plaketler veya bir kitap kapağı. Bu gibi ibareler gündelik hayatımızda sandığımızdan daha fazla yer kaplıyor; etrafımızda hep irili ufaklı harfler, kelimeler, renkler, iki boyutlu grafik düzenlemeleri uçuşuyor. Grafik denilen sanat elinizde tuttuğunuz dergi sayfalarının biçimlendirilmesinden tutunuz da televizyon stüdyolarının sabit dekorlarına, ekran alt yazılarına, el ilânlarına, kitap sırtlarına, şehirlerarası yollarda sağa sola sorumsuzca dağıtılmış devâsâ ticâri panolara, cep telefonlarının numara tarzlarına kadar kaçınılamayacak kadar geniş bir yaygınlık alanında karşımıza çıkıyor.
Ve elbette karşılaştığımız örneklerin geneline hâkim olan üslûp, 'biz'e dair ipuçları taşıyor. Haydi itiraf edelim, büyük boyda yazı yazdırmak için işin ehline para vermek, çoğumuz için fuzûlî harcama addedilir; İstanbul'un kıyı mahallelerinden başlamak üzere taşraya doğru uzandığınızda ucuza getirilmiş, kaşına-gözüne pek dikkat edilmemiş yazılarda, sadece yazı sanatına ve grafiğe değil, eşyaya bakışımıza dair çok mühim ipuçları vardır. Kullandığımız bina ve işyerlerinin dış cephesinden çoğu defa içi de görünür; içerideki zevksizlik ve aldırmazlık dışa da akseder.
Mezarlık ziyaretlerimde beni ölüm duygusundan bir an uzaklaştırıp yeniden dünyevîleştiren şeylerin başında mezartaşlarının, mezarların ve kitâbelerin perişanlığı gelir ve mezarlıklar, toplumun estetik zevkini gösteren çok iyi örneklerdir. Neredeyse sistematik tarzda tekrarlanan imlâ hatalarını bir tarafa bırakalım, mezarlıklarımızın umumi görüntüsü son derece çirkin bir mermer, boyalı demir kalabalığı ve kıraçlıkla özetlenebiliyor. Herhaliyle dört başı mâmur bir mezar bulmak neredeyse imkânsız. Ben bu çirkin manzarayı ölülerimizin hâtırasına saygısızlık olarak kabul etmiyorum; bu saygısızlığı başta kendimize olmak üzere topluma ve 'bu dünya'ya karşı işliyoruz.
Batı dünyasından örnek vermeye gerek yok; orada da okullarda çocuklara estetik ve sanat dersleri veriyor değiller; batıda olup, bizde eksik olan şey, belki de göz terbiyesidir; şehir dokusu içinde varlığını muhafaza etmiş klasik eserlerdir, sanat yapılarıdır, müzelerdir. Bu gibi sanat eserleri zihnin arkaplanında gözü ve bedii (estetik) zevki terbiye eder; karar verme ânında devreye girip neyin niçin yanlış olduğunu hatırlatır. Bu eserler hâtıra değerlerine ilâveten göz terbiyesini geliştirmek hizmetini de görürler.
Biz bakıyoruz ama görmüyoruz; mimarlarımız bizdeki klasik sanat yapılarının varlığından haberdar değilmiş gibi dünyanın en kötü binalarını çiziyor, şehir plancılarımız insanla şehir arasındaki ilişkilerin anlamını kavrayamadan emekli oluyorlar galiba. İşin fenâsı "bakmak ama görmemek" mânâsında görgüsüzlük okumuşlarımızda bile var.
Yıllardan beri dünyanın en kötü balkonları, en kötü balkon parmaklıkları ve merdiven şebekeleri bizde tekrarlanır durur. Evlerimizin çatısı anten anarşisine, cephesi boya ve kompozisyon bilgisizliğine, içi görgüsüzlüğe, temeli ise nemelâzımcılığa teslim olmuştur.
Bir dakika, bu toplum kâğıt üstünde zaman ve mekân itibariyle sürekliliğe sahiptir; Türk tarihini dörtbin sene öncesinden başlatanlar da var. Bu nasıl bir sürekliliktir ki, bizden üç kuşak önce yaşamış dedelerimizin estetik anlayışından yarım yüzyıl içinde birkaç bin sene geriye düşüvermişiz? Ne ev yapmayı biliyoruz, ne de şehir kurmayı; toplu yerlerde sıraya girmeyi bile unutmuşuz. Okullarımızda güzel yazı dersi okutulur ama -yazdığı şeyin niceliği bir yana- yazısı güzel olan yok gibidir. Seçtiğimiz yazı tarzı, bizi ele veren bir psikoloji testi gibi; yazı da oluşun bir parçası.
Tabela, ev, mezartaşı veya sokak levhası farketmiyor. Yetmiş sene önce yaylacılıkla geçinen aşiret kadınlarının renk ve kompozisyon bilgisini bugünün şehirlerinde hatırlar gibi olana "sanatta yeterlik" pâyesi yapıştırıveriyoruz. Belli ki estetik ve kültür planında müthiş bir kesintiye uğramış hâfızamız. Güzellikleri tahrib edip çirkini çoğaltmışız; şimdi kötü örnekler iyi örnekleri kovuyor. Milimetrik ayrıntıdan başlayıp devâsâ mimarlık yapılarına kadar zevksizlikten dökülüyoruz.
Bunun bir adı olmalı; bunun bir adı var; nedir bu?