Yazarlık raconu: Nedir, ne değildir

Son yıllarda, “yazarlık raconu” diye bir dizi yazılı olmayan kurallar edebiyatı geliştirildi. Buna göre, yönetim yazara katiyen karışmamalı, ona herhangi bir fikir telkin etmemeli ve yazdıklarını olduğu gibi yayımlamalıdır.

Aksine davranırsa basın hürriyetini zedelemiş, hatta suç işlemiş olur. Genel çerçevede bu gibi “dilek ve temenni”lerin isabetinden söz edilebilir ama fiilî durum, bu gibi temennileri anlamsız kılıyor. Daha açık konuşalım, yayın organları, bir parlamento gibi söz ve fikir hürriyetinin kanunlarla korunduğu, fikrî idealizmin sonuna kadar savunulduğu yerler değil, her şeyden önce birer ticari işletmedir; yazarlar ise sadece fikir veya emek işçilerine göre biraz daha farklı statüde çalışan sözleşmeli birer emekçi... Bu hususta köpürtülen edebiyata göre, yazarlar, çalıştıkları yayın organlarına bile bağımsız ve mesafeli duran birer şövalye, birer hürriyet ve adalet savaşçısı gibi tarif ediliyor.

Bu varsayım doğru değil. Yazarların diğer çalışanlara göre daha geniş bir hareket serbestisi içinde çalıştığı, yönetimden daha çok anlayış ve saygı gördüğü elbette doğru ama sadece Türkiye’de değil, dünyanın herhangi bir yerinde çalıştığı kurumdan bile bağımsız davranan bir yazar-gazeteci türü yok. Bunun yerine elbette sorumluluk var, duyarlılık var; her kurumda varlığını gayet tabii görmek gereken farklı hudut çizgileri var.

*

Bir yazar arkadaşımız, gazetesinden ayrıldıktan sonra, tam da bu edebiyatı yeniden köpürten şeyler söylemeye başladı. Ona göre, (hükümete yakın gazeteleri kastediyor) hükümeti eleştirmek yasak olduğu gibi aksine her icraatını övmek hatta dalkavukluk derecesinde abartmak mecburiyeti söz konusu. Meselâ, Deniz Feneri soruşturması, Hrant Dink dosyası, Uludere gibi yazılmaması gereken tabular. Pek çok gazetede meslek ilkeleri değil, siyasi prensipler geçerli; gazeteler ise nüfuz ticaretiyle para kazanıyor, siyasi baskıyla ilan toplanıyor ve gerçek tirajlar saklanıyor vs...

*

Diyelim ki ileri sürülen şikâyet konularının hepsi de doğru; söylenenler, çok kritik bir noktada samimiyet testinin yönelttiği basit bir cevaba dayanamıyor nedense. O soru şudur: “Madem öyleydi, niçin şimdiye kadar sustun ve bekledin?”

Yıllardan beri devam edegelen bir gazete-yazar ilişkisi sona erdikten sonra geriye dönüp kurum eleştirisi yapmak, doğrusu hiç samimi görünmüyor. Kaldı ki o yazar, gazetesinde yıllarca saygı ve itibar gördüğünü, karşılığını fazlasıyla aldığını nedense hatırlamıyor.

*

Yazarlık, diğer iş kollarına göre hayli sıra dışı bir meslek. Bir yayın organında yazmak, sözleşme ile bağlanmak, yazara istediği her şeyi yapabileceği ve yazabileceği anlamına gelmiyor. “Çomak hep benim elimde olsun, davul hep yayın organının boynunda asılı kalsın” şeklinde anlaşılabilecek bir konforu yok yazarın. Ayrıca bu tarz akıl yürütmenin haklı görülecek tarafı da yok. Yazarla çalıştığı yayın arasında anlaşmazlık vuku bulunca problem çok basit ve anlaşılır bir usulle, iş dünyasının yakından bildiği ve uyguladığı bir yolla çözülüyor: Yazar işyerinden ayrılıyor veya yayın organı yazarın sözleşmesini sona erdiriyor. Yazarlık, devlet memuriyeti değil; iş akdi, yazar aleyhine kırılgandır. Sektörde işe başlayan ve çalışan herkes bu basit prensipleri bilir. Hükümeti desteklesin veya muhalif tanınmış olsun, gazetesinde yıllarca devam eden haklı bir kıdem kazanmış şöhretli isimlerin bile günü gelince ceketini alıp gittiğine hemen herkes şâhit olmuştur. Dün böyleydi, yarın da öyle olacak.

*

Bu satırları kaleme almak, aynı statüde çalışan bir başka yazar için elbette hoş değil, üstelik meslekî dayanışmayı içeriden çürütmeye kalkışan bir tarzda anlaşılması da mümkün fakat hakikatte olup biten budur ve ben, bir gazetede yazıyor olmanın, ancak ölümle nihayete erecek bir Katolik evliliği gibi olmasına taraftar değilim. An gelir, beraberliklerin vâdesi dolar ve o an “Ben de bildiklerimi açıklarsam, siz gününüzü görürsünüz” nevinden intikamcı tepkiler gösterip sızlanmak, fikirlerin kendisiyle değil, şahsiyetle ilgili bir şeydir.


Kaynak (Arşiv)