Yaşlı hanımların hiç geçmeyen güzelliğine dair

Biliyorum, hanımların büyük çoğunluğu, olduklarından genç ve güzel görünmekten haz duyarlar. Dünyada endüstriyel faaliyetin çok önemli bir kısmı, hanımların makyaj ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalışıp duruyor.

Miktarını bilmem fakat çok büyük rakamların söz konusu olduğu muhakkaktır. Yüzbinlerce insan bu sektörden ekmek yiyor.

Değerli büyüğümüz, Ajda Pekkan Hanım-efendi'nin genç ve güzel görünmek için, pek çok hanım gibi kendine bakması, birtakım tedavi ve operasyonlara rıza göstermesi, bu uğurda mühim meblağlar harcayıp düzenli olarak sportif faaliyetlerle uğraşmasını anlayışla karşılıyoruz; onun "Süperstar" unvanını korumak için kendini salıvermek yerine müthiş bir azimle uğraşması ancak takdir edilebilir.

Elbette bu arada, Ajda Pekkan'ın ilk filmlerini kısa pantolonlu halimle seyretmiş bir ilkokul öğrencisi olarak onun her daim genç ve güzel görünme gayretini hem takdir ediyor, hem de aynaya baktıkça, "Şu sıfatını süperstarımız görse sana baba diyesi gelir." diye kendimle dalga geçmeden edemiyorum.

Biliyorum, artık erkekler hanımlarla "genç ve fit" görünmek kulvarında eşit avantajlara sahipler; bu uğurda didinip duran erkeklere "metro..." ile başlayan bir isim veriyorlardı fakat nedense gerisini hatırlamayadım (Metrobüs diyeceğim ama değil!...). Bu arkadaşlarımız aynen hanımlar gibi güzellik salonuna (Aslında yakışıklılık salonu olmalı değil miydi; mâlum, biz Türkçe'de erkeğe güzel demeyiz. Mâlum meseldir, derler ki, "Erkeğin çirkini güzeli olmaz.") gidiyorlar, kaşlarını aldırıyorlar, "istenmeyen tüyler"ini yolduruyorlar, cilt besleyici kremlerden kavanozlar dolusu kullanıyor, saçlarına ilave yaptırıyor (neydi onun adı?), fön bile çektiriyorlar.

Kabul ediyorum; eğer azmetse idim, ben de şu yaşımda Süperstarımızın babası gibi değil de, şöyle en azından kuzeni veya yeğeni gibi görünebilirdim fakat yanlış eğitimin kurbanı olmuşum. O yüzden "Eğitim şart azizim!" diyenlerin akıllarına hayran oluyorum. Eğitim hakikaten şart, bize de vaktiyle "Bakımlı erkek olmak lazım!" diyenler, yol gösterenler olsaydı, el'an kuzularla kırkılıyor olmasak bile Ajda Pekkan'ın kuzeni imiş gibi görünmenin yolunu bulabilirdik.

Olmadı.

O yüzden değerli gazetelerimizin çok önemli sayfalarında Süperstar'ın genç duruşunu, sahnede müthiş bir enerji ile dans etmesini, saatlerce şarklı söylemesini ve o çok tekrarlanmış tâbirle geçen yıllara "Bana mısın?" bile demeyişini hikâye eden standart haberleri gıbta ile takib ediyorum.

Siz bilmezsiniz; ben vaktiyle Ajda Pekkan'ın sinema sanatçılığından şarkıcılığa geçtiği yıllarda başına gelen o ufak iş kazasını bile hatırlıyorum.

Sene 1948!

Şaka şaka! Sene 1965'ten sonra bir yıl, belki 68. Ajda Pekkan bir konser vermek üzere Adana'ya gidiyor. Sahneye çıkıyor. Şarkısını söylüyor ve bilin bakalım Adanalılar ne yapıyor?

Bunu ben söylersem şimdi birkaç Adanalı çıkar, "Hayır efendim, sen güzel ve sanatsever Adana'mıza hakaret edemezsin; biiz..." diye başlayan uzun bir nutuk çekerler; onun için söylemiyorum, sükût ile geçiyorum. Sadece şu kadarını çıtlatmakla iktifa edeceğim. Süperstarımız Ajda Hanım'ın o seyahatten pek de yüksek bir moralle dönmediğini yazmıştı gazeteler. Ben onların yalancısıyım şahsen.

*

Bu kadar şamata yetişir; şimdi işin ciddî faslına geçebiliriz.

% 99'umuz aynanın karşısına geçip suretlerine bakıp bakıp, sonra hafiften iç geçirerek, "Demek ki nasibim bu kadarmış; Rabb'imin verdiğine şükür." diyerek öteki işlerle uğraşmaya başlarız.

Müteveffa Michael Jackson böylelerden değildi; % 1'e girenlerdendi. O galiba bundan seneler önce aynaya baktı, baktı ve "Nedir bu be; şu suretimi değiştirmenin bir yolunu bulmazsam gözüm açık gider arkadaş!" diyerek modern bilim ve tıbbın kapılarını aşındırmaya başladı.

Mâlumunuz modern bilim ve tıp el ele vermişler, hergün ilerleyip gidiyorlar; bunları iki gün üst üste aynı adreste bulana aşkolsun!

Jackson azimliydi, işi gücü bırakmadan (Çünkü büyük para gerektiriyor bu faaliyetler; yüzünden şikâyeti olanların aklında olsun) bilimle tıbbı takip etmeye başladı. Değmiş, değmemiş derken burnunu, kulağını, ağzını, çenesini, şakak kemiklerini, kaşlarını düzelttirdi. Nitekim müteveffayı ilk gençlik resimlerinde Bronx sokaklarında rastlanabilecek sıradan bir siyâhi olarak görüntüleyen fotoğrafçılar, Jackson'un yıllar sonra nasıl da yakışıklı ve (hayrettir) beyaz tenli bir süperstar haline geldiğini hayretle tesbit edeceklerdir.

Sonradan öğrendiğime göre siyahiler, cilt rengini beyaza doğru açmaya yarayan ve sert dalgalı, kıvırcık saçları düzleştiren ilaç ve merhemlerle büyük paralar ödemekte imiş, geçiyoruz.

Neticede Jackson büyük şöhret kazandı, büyük paralar kazandı, gençlerin hayranlık duyduğu bir numaralı isim, en büyük pop sanatçısı oldu fakat kalemle kâğıda çizilmiş gibi düzgün ve usturuplu yüzünün formunu korumak için onun ne türlü iç hicranlara ve acılara tâbi kaldığını bilmiyorduk elbette. Ölümünden sonra gazeteler "Burnu kayıp." diye yazdılar. Bir insanın burnu niçin kaybolur? İçim cızz etti. Acıdım, üzüldüm.

Jackson, herhalde ömrünün mühim bir kısmını, aynaya bakınca bir türlü razı olamadığı yüzünü değiştirmek uğruna harcadı. Uzman doktorlar nezaretinde ve bakımında geçen, her gün avuçla hap ve ilaç tüketilen uzun yıllar...

Ölümsüzlüğün ve ebedî gençliğin iksiri mevcut olsaydı, şüphe edilmez ki, Michael Jackson kamyonla doları bastırır alırdı ama öyle bir şey yok. Hâlâ yok; galiba hiç olmayacak!

*

Rahmetli anamın, halamın makyaj malzemesi namına bütün bildikleri, şimdiki bir lira büyüklüğündeki alüminyum kutularla bakkalda satılan vazelinden ibaretti. Çamaşır ve bulaşıktan şerha şerha yarılan ellerine vazelin sürer, sonra da sızlanırlardı; yakardı herhalde çünkü ellerinin çatlaklarında bazan kızıl etlerini görürdüm.

Bir de genç ve bekar yaşlarında düğün-derneğe giderken "Krepon kâğıdı" denilen boyasını çabuk veren bir kırmızı kâğıdı hafifçe ıslatıp yanaklarına sürdüklerini anlatmıştı bir gün gülümseyerek... Yokluk yılları imiş elbette.

Ne rastık, ne saç boyası... Yaşlanınca, baş ağrısına iyi geliyor diye sık sık kına yakarlardı sadece.

Sıkça da "Rabb'imin verdiğine şükür." diye iç geçirirlerdi.

Bizim yaşlılarımıza bakıyorum, yaşlı hanımlara. Onların yüzleri erken buruşuyor, mihnet ve çileli ev işleri, belki ailevî gaileler bellerini, kaametlerini erken büküyor fakat nasıl da güzel ihtiyarlıyor bu hanımlar; nasıl da yaşlandıkça güzelleşiyorlar.

Ne güzelsiniz sizler, ne kadar güzelsiniz!

Şükretmeyi bildiğinizden midir o içten gelip yüzünüze yansıyan pırıltılı güzellik?


Kaynak (Arşiv)