Yaşasın futbol dedikodusu

İşte yine futbol mevsimi geldi. Eskiden ligler böyle yaz sıcaklarının ortasında değil, sonbahar civarında başlardı diye hatırlıyorum. Küreselleşme futbolumuzu da etkiledi. Futbolla birlikte artık bezdirici bir boyut kazanmaya başlayan siyasetin dışında dedikodu etmeye değer bir havalanma penceresi de aralandı.

Futbolun en büyük eğlencesi sahaların dışında cereyan ediyor; iki ay boyunca transfer uydurmaları dışında yazacak bir şey bulamayan kaşarlanmış yorumcular, nihayet gönülleri çektiği gibi döktürme fırsatı bulabildiler. Şu yaz sıcağında bu gibi 62 model tarihî eserlerden futbol yorumları okumak buzlu limonata tesiri yapıyor. Ben en çok kendini tek yanlı bir kararla futbol bilgesi, hatta futbol şeyhi mevkiine koyan yaşlıca yazarlara bayılıyorum; onlar meselâ istisnasız muhatap kabul ettikleri herkese "sen" diye hitab ediyorlar. Lugatlerinde sayın, bey gibi nezaket ifadeleri bulunmadığı gibi herkese küçük ismi ile hitab ederken duydukları özgüven ile futbol konusundaki otoritelerini tartışma çizgisinin üzerinde bir yere koyuyorlar,

"Özhan'a dedim ki; bak Özhan dedim, bu iş böyle olmaz dedim vb..."

Asla bir şeyden memnun olmuyorlar; müneccim gibi önceden görüyor, ikaz ediyor ve hayrettir ki daima haklı çıktıklarına inanıyorlar. Geçenlerde otomobil kullanırken radyoda bu zevattan birinin yorumunu dinliyordum; gülme krizinin geçmesi için sağda müsait bir yere çekip sakinleşmek zorunda kaldım.

Futbol, böyle hoşlukları da içinde barındırabilen garip bir âlem. Hafta sonu oynanan bir maçı bir hafta boyunca radyoda, televizyonda, gazetede konuşa konuşa bitiremiyorlar, "neydi o çocuğun adı yahu söylesene, hani şu şey vardı ya..." yollu çok bilirmiş de hatırlayamıyormuş numarası çekmelerine yarılmamak elde değil. Gören zanneder ki mütekaitler kıraathanesinde birbirlerine askerlik hâtırası anlatmaktalar.

Ertesi hafta bir başka başlangıç; futbol haftalık ritimle yaşayan garip bir canlı. Numaratör sıfırlanıyor ve her şey yeniden başlıyor.

Neyse ki mesleklerini çok ciddiye alan, amigoluktan, laubalilikten, üfürmekten dikkatle kaçınan, baktığını doğru gören, meramını düzgün kelime ve kavramlarla anlatabilen daha ehil bir yorumcu kuşağı geliyor. Onları okurken meselenin spor boyutunu, futbolun eninde sonunda bir oyun olduğunu ve ne dereceye kadar ciddiye alınması gerektiğini hissedebiliyoruz. Bizim gazete, işte bu kaliteli yorumcu kuşağının en iyi temsilcilerini bir araya getirmeyi başardı. Geçenlerde Fatih Uraz'ın kaleme aldığı "Bizim çocuklar ve elin çocukları" başlıklı yazıyı kaçırdıysanız bulup okumanızı tavsiye ederim; sporun şahsiyet ve ahlâkla kesişen unsurları ne kadar güzel tahlil edilmiş. Keza Ahmet Çakır ve Zeki Çol, "acaba hadiseyi nasıl değerlendirmiş" merakıyla ne yazdığını merak ettiren usta kalemlerimiz olarak spor sayfalarına kalite ve üslup kazandırıyorlar. Vaktiyle birbirinden değerli futbol yorumlarını zevkle okuduğumuz Ahmet Selim ise epeydir bu mevzulara değinmez oldu; büyük kısmı kitaplaşan o yazılar, futbol edebiyatımızın en değerli eserleridir ve gönlüm Ahmet Selim Bey'in insan ve karakter merkezli o güzel spor yazılarını yeniden okumak istiyor.

Zaman haricinde takib ettiğim yorumcular da var elbette. Radikal'de yazan İbrahim Altınsay ve Tanıl Bora, Milliyet'ten Mehmet Demirkol ve Rıdvan Dilmen, Akşam'dan Deniz Gökçe, Sabah'tan Ömer Üründül, futbol yazılarına kalite getiren değerli yorumcular olarak ne yazdıklarını merak ettiren isimler.

Bu sene inşallah sporun siyasetten çok konuşulduğu bir dönem olur.


Kaynak (Arşiv)