Ya mühür bulunmasaydı!..
Gazetenin iç sayfalarından birinin eteğine tıkılmış haber hemen dikkatimi çekti; "Gizli kasadan tarih çıktı" başlıklı habere (16 Temmuz 2006 tarihli Star gazetesinden Sultan Uçar'ın haberi) göre İstanbul Üniversitesi'nde 83 seneden beri kimsenin farketmediği bir kasadan tarihî bir mühür çıkmıştı. Bundan sonrasını gazeteden aynen okuyalım; çünkü çok önemli:
"Fen fakültesinde sürdürülen tadilat sırasında tesadüfen bulunan kasadaki mühür, üniversitenin Osmanlı dönemindeki ilk yükseköğretim kurumu olan Darülfünun ile somut bağlantısını ortaya çıkarıyor." Bu noktada sanki çok önemli bir keşifle karşılaştığımızı sanıyoruz ama devam edelim; konuyla ilgili olarak İÜ Fen Fakültesi Dekanı ise şunları söylemiş: "İÜ Fen Fakültesi'nin bilinen tarihinde 1933 yılında üniversiteler reformuyla birlikte kurulduğu yönündedir. Ancak bu mühürle birlikte kuruluş tarihinin 1923'lere, hatta daha da gerilere gittiği görülüyor. Bu mühür bizim tarihimiz hakkında açık bir belgedir." (İmla bozukluğunu düzeltmedim).
Haberin kupürünü kestim, saklamayı düşünüyorum!
İstanbul Üniversitesi'nin tarihini merak ettiğimden değil; bir ülkenin en eski üniversitesinde "kurumsal hafıza" denilen şeyin nasıl geriye gidip buharlaştığını, bilim adamlarının, çalıştıkları kurumun yakın geçmişi hakkında nasıl bigâne kalabildiklerini baktıkça hatırlamak için...
Açık konuşalım mı: Batı'da üniversiteler, en muteber kolejler kilisenin himâyesinde ve yönetiminde kuruldu, tarihleri kaba hesapla beş asır kadar geriye gider. Modern zamanlara doğru yaklaştıkça bu kurumlar muhteva değiştirdi, bilime bakışları farklılaştı, müfredatları yenilendi; ama kimse çıkıp, sırf kilise tarafından kurulduğu ve vaktiyle dinî müfredata göre eğitim verdiği için üniversitelerin kurumsal hafızasını silmeye kalkışmadı; dolayısı ile sayın dekanın söylediklerini bir Batı diline çevirip sıradan bir bilim adamına veya üniversite yöneticisine okutursanız evvela şaşırır, sonra da gülerler.
Türkiye'de üniversite fikri Batılı modele göre elbette daha geç tarihlerde kurulmuştur; ama Cumhuriyet kurulmadan önce bu ülkenin üniversitesi vardı: Adı Darülfünûn idi (kuruluşu 1863). Cumhuriyeti kuran ve omuzlayan kadroların yetişmesinde Darülfünûn'un da hissesi büyüktür. Osmanlılar daha cephelerde Cihan harbi devam ederken Medrese sistemini ıslah ve Batılı örneklerine yakınlaştırmak için kesif fikrî gayret içindeydiler. Darülfünûn ise medrese sisteminin dışında Batılı tarzda eğitim veren tek yüksek öğretim kurumu idi.
Bu kurum 1933'e kadar yaşamış, bu tarihte geçirdiği "reform" üzerine tarihe karışmıştır. Darülfünûn binalarında, Darülfünûn hocaları bu defa İstanbul Üniversitesi adıyla faaliyetlerine devam ettiler ama mühimce bir kısmı üniversiteden atıldı, ekmeğinden oldu. Sayın dekanın haberdar olmadığı ama meseleye biraz ilgili herkesin kolaylıkla edinebileceği bir bilgidir bu.
Bakın nasıl ve niçin?
Cumhuriyet yönetimi Darülfünun'a evvela 1924 yılında tüzel kişilik ve özerklik verdi ama devrin şartlarına göre bu kadar serbestî fazla görülünce, 31 Mayıs 1933 tarih ve 2252 sayılı kanunla verilenler geri alındı; 157 öğretim görevlisi kadro dışı bırakıldı. O günlerde Darülfünûn, "öteki Osmanlı kurumları gibi geçmişin kötü mirası" ve "geri" görünmeye başlamıştı. Yöneticiler, özerklik adına Darülfünun'a karışmamayı aslında üniversiteye hâkim olan bilgisizliğe, çeşitli menfaatlerle birbirine sarılmış profesör kliklerine ve tembelliğe karışmamak şeklinde yorumlamayı tercih ettiler. Darülfünun'un aslında niçin kapatıldığını devrin Maarif Vekili Dr. Reşit Galib'in TBMM'de söylediklerinde açıkça okumak mümkündür. Reşit Galib diyordu ki: "Memlekette siyasi içtimai büyük inkılaplar oldu. Darülfünun bunlara karşı bitaraf bir müşahit kaldı. İktisadi sahada esaslı hareketler oldu. Darülfünun bunlardan habersiz göründü (...) Harf inkılabı oldu, öz dil hareketi başladı, Darülfünun hiç tınmadı; yeni bir tarih telakkisi, milli bir hareket halinde bütün ülkeyi sardı. Darülfünun'da buna bir alaka uyandırabilmek için üç yıl kadar beklemek ve uğraşmak lazım geldi. İstanbul Darülfünunu artık durmuştu. Kendisine kapanmıştı."
Anlaşıldığına göre bardağı taşıran damla, 1932 yılında toplanan Birinci Tarih Kongresi'nde bazı Darülfünun mensuplarının tenkide yeltenmeleri, "resmî dil ve tarih görüşlerini eleştirme cesaretini göstermeleri" olmuştu. Hikâyesi uzun ve acıdır ama gizli-saklı da değildir. Dolayısı ile koca İstanbul Üniversitesi'nin ve Darülfünun'un tarihi, bir kenarda unutulmuş köhne bir kasanın içinden çıkan evrak mührüne muhtaç değildir; onu öyle sanarak mühim bir arkeolojik keşifte bulundukları heyecanıyla gazetecilere komik demeçler verenler, en başta çalıştıkları ve ekmek yedikleri kuruma karşı hayli "egzantrik ve asimetrik" durduklarını farketmelidirler.
Buna biz kısaca "ayıp oluyor" desek de olur!
YAVUZ BÜLENT BAKİLER'E VEFA VE HÜRMET
Her iki kitabın da henüz mürekkebi kurumamış; o kadar taze. İlki Yavuz Bülent Bakiler'in "Gidenlerin Ardından" başlığı ile yayınladığı ilgi çekici bir kitap; yazar, vaktiyle tanıdığı, bazen tanışıp görüştüğü, bazen sadece gıyâben âşinâ olduğu meşhur siyasetçi, ilim adamı, sanatkârlar hakkında vefatlarının ardından kaleme aldığı yazıları bir araya getirmiş. Yavuz Bülent Bâkiler, şiirini nesriyle, nesrini şiiriyle yarıştıran ve her iki vâdide de ehliyet ve iktidarla kalem yürüten bir fikir adamımızdır. Gidenlerin Ardından, başlanınca bitirilmeden elden bırakılmayan cinsten sürükleyici, öğretici ve elbette duygulandırıcı bir derleme olmuş. Bu esere Yavuz Bülent Bakiler'in şahsi hatıralarının türevi demek de mümkün.
Kimler yok ki kitapta: Celal Bayar, Adnan Menderes, Cemal Gürsel, Osman Bölükbaşı, Tevfik İleri, Fevzi Çakmak, Yakup Kadri, Cihat Baban, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Nihal Atsız, Sadri Maksudi, Zeki Velidi, Samiha Ayverdi, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Necip Fazıl gibi yakın devrin akışını tayin eden mühim çehreler Bâkiler'in sürükleyici üslubuyla birer birer önümüzden geçiyorlar. (Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları)
İkinci kitap bir vefâ eseridir: "Yavuz Bülent Bâkiler'e Armağan". Edebiyat öğretmeni ve araştırmacı Selçuk Karakılıç'ın emek ve gayretiyle derlenen bu vefâ kitabında bu defa tanıdıkları, tanıdıkları Yavuz Bülent Bâkiler'i anlatıyorlar.
Yaşarken kadr ü kıymeti bilinmek güzel bir şey. Yavuz Bülent Bâkiler ise saffeti, sevdâsı, samimiyeti ve kaleminden ötelere taşırdığı güzellikleriyle böyle bir onuru kerrât ile haketmiş bir gönül ve fikir adamı.
Kitap Size Dergisi yayınları tarafından yayınlandı.