Ya bir Şerif Mardin'imiz olmasaydı?

İlk planda konu hayli teknik ve sadece uzmanları ilgilendiriyormuş gibi bir görüntü verse de, aslında herkesi ilgilendiriyor; çünkü insan psikolojisi ile yakından ilgili bir durumdan bahsedeceğim. Bu mesele, atıf yapma, referans gösterme; bir fikrin irtibatlarını, bağlantılarını ve ana yatağını işaretleme konusudur.

Bilim metodu dersi gören her öğrenciye, klasik bir kural olarak faydalandığı kaynakları, açık, anlaşılır ve her zaman kontrol edilebilir şekilde göstermesi gereği öğretilir; bu önce usûlle ilgilidir; çünkü böylece kaynağı gösterilen bilginin doğruluğu, o bilginin yaslandığı diğer kaynaklar ve atıfta bulunulan bilginin bütün içinde taşıdığı anlamı denetlememize imkân sağlanmış olur. İkinci olarak kaynağın açık adresini zikretmek hem bilim ahlâkı (Deontoloji), hem genel anlamda ahlâk (Etik) bakımından bir mecburiyettir; böylece bahsettiğimiz bilginin üretilmesindeki şahsi hissemizi açıkça gösterirken, o bilginin denetlenebilme ve yanlışlanabilme ihtimâline de aralık kapı bırakmış oluruz.

Bilim metodu dersinden öğrendiklerini uygulaması istenen öğrenciler, bu hususta kendilerine yapılan ikazları çok sert ve dar anlamda yorumlayarak, ödevlerini neredeyse tamamen alıntıların birbirine eklenmesi şeklinde düzenleyip muhtemel eleştirilerden peşinen sıyrılmak isterler; oysa ki istenen bu değildir; bir metni alıntılarla doldurmak öğrencinin kaynak toplama meselesindeki azim ve kalitesini gösterdiği kadar, fikrî sorumluluk üstlenmekten çekindiğini de işaret eder. Sonraki uygulamalarda bu çekingenlik azaltılır ve nihayetinde öğrenci, bir fikri ortaya koyarken şahsi katkılarıyla başkalarının birikimini usulüne uygun şekilde harmanlamasını öğrenir.

"FİLANCANIN DA DEDİÄžİ GİBİ..."

Basınımızda Prof. Dr. Şerif Mardin'in söyledikleriyle ilgili yorum ve değerlendirmeleri okudukça, bazı "öğrenci"lerin, yukarda kısaca izaha çalıştığım iktibasçı alışkanlıktan hâlâ kurtulamadığını farkediyor ve şaşırıyorum. İntelijansiya'mız, yani yazıp çizdikleriyle topluma yön vermek durumundaki kişiler, genellikle sözlerinin başına sağlam bir alıntı yerleştirip, "filancanın da dediği gibi..." kaydını düşmeden, bir fikri izah etmek veya sahiplenmekte tedirginlik yaşıyorlar. Bazen şahsi hislenişlerini, sübjektif algılarını seslendirirken bile, o konuda herkesi otorite bildiği ünlü bir kişinin aynı meâldeki sözlerine yaslanarak kendilerini doğrulamaya çalışıyorlar. Nitekim Şerif Mardin'in mahalle kavramından bahsetmesi ile intelijansiyamızın mühimce bir kısmı, geleneksel mahalle kavramını Şerif Mardin'in işaret ettiği nokta-i nazardan keşfederek heyecanlı bir tartışmaya dalıp gitti; muhtemelen Şerif Mardin bu hususa dikkat çekmemiş olsaydı, her gün içinde yaşadıkları toplumun temel kurumlarıyla ve özellikleriyle hiç tanışamayacaklardı; bunun abartılı bir hüküm olduğunu biliyorum: "Mahalle" kavramının bilgisinden elbette haberleri vardı ama Şerif Mardin'in bu kavramı önemseyerek öne çıkarması, onların mahalle hakkındaki teorik ön bilgilerini kullanılır ve itibarlı hâle getirmiş oldu.

Bu bir özgüven eksikliği midir; tartışacağız.

ÖZGÜVEN EKSİKLİÄžİ Mİ?..

Öyle zannediyorum ki bu duruma en çok Şerif Mardin şaşırmakta ve hayret etmektedir, onun, "İmam, öğretmene galebe etti" cümlesiyle başlattığı tartışma etrafında söylenenler, intelijansiyamız tarafından, "sahi yahu, galiba imam öğretmeni yendi; eyvah durum fena" şeklinde şaşkın yansımalar meydana getirdi. Bu durumda Şerif Mardin, "Türk üniversitelerinde sosyoloji, tarih, sosyal siyaset, sosyal ve siyasal psikoloji okutulmuyor mu; okutuluyorsa öğretilen şeyler niçin hep teorik planda kalıyor ve ayakları yere basmıyor?" diye hayıflanıyor olsa gerektir. Elbette durum öyle değil; bu dersler veriliyor, öğretiliyor; yazılıyor, çiziliyor, haklarında ciddi araştırma ve tezler kaleme alınıyor fakat bu bilgileri kuvveden fiile geçirme noktasındaki, kendi dertlerimize kendi bilgi gücümüzle çare arama konusundaki özgüven eksikliği bir türlü aşılamıyor. Bu gibi meseleler hakkında sözüne, etkisine ve ağırlığına itimad edilir bir otorite, benzer bir tesbitte bulunmadıkça, şahsi gayretlerle ürettiğimiz bilgi ve kanaatlerin asla değer taşımayacağı hissine kapılıyoruz.

Bu kanaat hatasını aşmak için yapılabilecek bir şey çok gibi görünüyor, çünkü bu kanaat bize dışardan telkin edilmiyor; bu kanaati biz besliyor ve kireçlendiriyoruz. Çözüm içimizde saklı.

MESELEYE DIŞARDAN BAKAN SERİNKANLI TÜRK!

Prof. Dr. Şerif Mardin, kendini ve ilmini Batılı bilim çevrelerinde kabul ettirmiş bir âlimimiz; Şerif Mardin'in söylediklerini bir taşra üniversitesinde görev yapan genç bir doçent söylemiş olsaydı neticesi ne olurdu diye hep merak etmişimdir. Söz ve fikir aynı olmasına rağmen, onu dillendiren şahsın kimliği, bizim fikir âlemimizde daima fikrin kendisinden daha önemli sayılmıştır. Kaldı ki Prof. Dr. Şerif Mardin'in Türkiye hakkında ileri sürdüğü teorik tesbitleri, o hayatı birebir yaşamak ve paylaşmaktan ziyade yazılı kaynakları değerlendirmek suretiyle edindiğini biliyoruz. Şerif Mardin, bilim kariyerinin en önemli basamaklarını yurtdışında itibarlı üniversitelerde başarıyla tamamlamış bir bilim adamıdır; bu özelliklerine atfetmek doğru mudur bilemem fakat yazdıklarında Türkiye'ye dışardan, fânusun dışından bakan bir Batılı gözlemcinin serinkanlılığı ile beraber mesâfeli duruşu da hissedilir. Bu niteliği ile Şerif Mardin, Türk entelijansiyasının karşısında saygıyla ceket düğmelerini iliklediği bir adamdır; ne var ki aynı niteliği onu, Batılı bir meslekdaşı ile aynı hizaya sokar.

Temel meselelerimize "dışardan bakış"ın avantajı kadar mahzuru da var. Neticede Şerif Mardin, her türlü toplum ve çevre etkisinden arınmış bir ortamda fikir faaliyeti yürütülebilen fen bilimleri sahasında değil, bilakis bu gibi toplumsal etki ve tepkilere sonuna kadar açık sosyoloji bilim dalında kariyer yapmış bir bilim adamıdır. Konuya "dışardan, kitâbî ve teorik" bakışın zaman zaman içerden ve pratik hayat tecrübesi ile örtüşmesi, sınanması da gerekir. Kendisini yakından tanımak şansım olmadı fakat ben Şerif Mardin hocamızın birebir hayat pratiği itibariyle yeterli Türkiye tecrübesine sahip olmadığını, bu bakımdan onun teorik tesbitlerinin, "peygamberâne" bir saygı ile takdis edilerek günlerce tartışılmasının pek da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Netice itibariyle bu fikirler, "kendi gök kubbemiz"de ilk defa yankılanmış sözler değildir ve büyük bir orijinaliteye sahip oldukları da söylenemez.

İKİ TİP SUAL ARASINDAKİ FARK

Şerif Mardin, söyledikleri ve ileri sürdükleriyle Türkiye'de okur-yazar sınıfının, kendi ülkesine ve toplumuna ne kadar dışardan bakabildiğini göstermesi bakımından bir hayra vesile oldu ve bir fikrî zaafımızı açığa çıkardı. Biz, "ne, nasıl, niçin, nerede" gibi bilimin itibar ettiği temel soruların değil, şucusuyla-bucusuyla hâlâ , "kim" sualinin cevabını önemseyen bir topluluğuz. Metod, yani "usûl" vadisinde katetmemiz gereken hayli mesâfe var ve usûl eksik kalınca esastan bahsetmek pek de anlamlı olmuyor.

İsterseniz takvime bir çentik atalım ve şu "imam-öğretmen" metaforunun bizi ne kadar süreyle verimli tartışmalarla meşgul edeceğini izleyelim.


Kaynak (Arşiv)