Vicdan yarası
“Ben bu yanlış işleri, işte şunların haksız ve yanlış işleri sebebiyle yapıyorum” izahının aklî ve dinî mantığı yok; dolayısıyla, “Elbette söz ve eylemlerimdeki sıkıntıların farkındayım fakat bu geçici bir şeydir.
Şartlar normalleşince yine vaadim üzre iyi olacağım” bahânesiyle kendinizi bile iknâ edemezsiniz. Kem âlât ile kemâlât olmaz; şerle hayra vâsıl olunmaz. Kısa vadeli politik süreçlerde insanları bu gibi demagojilerle iknâ edip vicdanları yatıştırmam mümkün de yanlışta ısrâr etmek, ağır metaller gibi ruhun dibine çöker, vicdânı hastalandırır, şuuru bozar; nitekim öyle oluyor, alâmetleri belirdi...
Emr-i bi’l mâruf, ancak iyi günün istikamet değildir; her hâl ü kârda tatbikî gerekir; nehyi an’il münker de öyle. “Darbeyle, ihanetle yüzyüze geldim, sırtımdan bıçaklandım” gerekçesi zulmün kılıfı olur mu? Bu kabil naylon fetvâlar dîni dejenere eder çünkü din, yüksek değer ve erdemlerin üzerinde durur. “İktidarımın sürekliliği, gelecek mü’min nesillerin selâmeti nâmına bu kerih işlere bir süreliğine de olsa devam etmek zorundayım, ey halkım anla beni!” diye bir dinî gerekçe yoktur; varsa din yoktur.
İktidardakiler, bir süreden beri yanlış ve haksız işler yaptığının elbette farkında; onlar da şüphesiz en geniş mânâda İslâmî vicdan ve müktesebâta sahipler; bunda tereddüd yok. Başkalarına bir süre önce birkaç misliyle revâ gördükleri muameleler ezkazâ başlarına gelince hemen, “Din dili”yle yakınmaya geçmelerinden anlıyoruz bunu: “Haksızlık, böyle mi olmalıydı, şık olmadı; buna lâyık değildik; kul hakkı yemedik. Bize emânet edilen şeyleri kendi nefsimiz için kullanmadık” yollu tezkiye ifâdeleri İslâm lugatinin kavramlarıdır. Sair iktidar sözcüleri de, “Fazla mı ileri gittik; ahlâkî zaaflarımızı ıslah etmeliyiz, yolsuzluk aslında fena bir şeydir” yollu mırıldanmalar yükselmeye başladı. Nazarımda bunlar, İslâmî değerlerin o şahısların Müslüman vicdânına yaptığı baskının eseridir. Ruhlarda biriken ağır vicdan tortusu fena halde acı ve rahatsızlık veriyor olmalıdır.
Bir Müslüman’ın, yüksek ahlâk kriterlerini kaybetmesi veya yukarda arzolunduğu gibi geçici bir zaman için vicdânı uyuşturması, bana Bakara Sûresi’nin 264. âyetindeki meseli hatırlattı: Âyette, “üzerinde toprak bulunan bir kaya”dan bahsediliyor, “Üzerine sağanak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar da kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.” Haksızlık ve şer üzerine hükümranlık binâ etmek, kaya üstüne avuç avuç toprak taşıyarak bahçe kurmaya benziyor. Beyhûde gayret. Bu binânın direkleri, erdemli bir zemîne dayanmıyor. Sırtınızı dayadığınız duvarlardan bile emîn değilsiniz, âşikâr. Dilinizde pas, ağzınızda acı bir meyvenin burukluğu... Bina muhkem, binâ şatafatlı (Sarayı kasdetmiyorum) fakat temeli çürük ve esassız; şöyle ağız tadıyla savunan bile çıkmıyor çünkü. Öyle bir heyûlâya omuz veriliyor ki, dağılması için binbir sebep var; şimdilik sustuğu halde konuştuğunda saadet zincirini parçalayacak isimleri sayınız meselâ... Böyle saltanat mı olur efendiler; nerede bunun gönül huzuru, kalp itminânı, sadece Hakk’a kulluk edenlerin içindeki o imrenilesi iç âhenk?..
Siyasi başarınız, âhiretinizi berbad etmesin; başkaları ve kendiniz hakkında âdil olunuz; adl hususunda ne kendinize ne de başkalarına acımayınız. Muhtemel idbâr ve düşkünlüğünüz mazlumlara, mü’minlere gurur vermez, üzülürler, çok üzülürler. Mürüvvet sahipleri, rakiplerinin düşkünlüğü ile bahtiyar olmaz. “Dar kapı”yı seçmeliydiniz; Hazreti İsâ öyle buyuruyor: “Dar kapıdan girin; zirâ mahva götüren kapı geniş, yolu da kolaydır. Ondan girenler çoktur. Halbuki hayâta götüren kapı dar, yolu da çetindir. Onu bulanlar azdır.”
Bilirim ki, indinizde fikrimin kıymeti yoktur: “Dar kapı da ne ola?” derseniz, tefsirini bir zahmet “kudsiyetpenahları”ndan sorarsınız artık.