Vergi affı çıksın da gerisi kolay!
Çetebaşı Apo'nun yeniden yargılanması konusunu "yok daha neler" kabilinden kötü niyetli bir AB fantezisi yerine koyuyor, açıkçası pek ciddiye almıyorduk; görünen odur ki önümüzdeki aylarda bu mesele ciddî surette Türkiye'nin gündemine konulacak, belki de Türkiye-AB ilişkilerinin kader noktasını teşkil eden dramatik bir temsil önemine bürünecektir.
Bazı hukukçuların, "yeniden yargılansa da sonuç değişmeyecek nasıl olsa" yaklaşımını fevkalade mahzurlu buluyorum; evvela böyle beyanlar karşı tarafta ciddî bir "ihsâs-ı rey" izharı sayılacağı için sakıncalı. Her yargı sürecinin başında sanık, Mecelle'nin ve evrensel hukukun "beraat-i zimmet asıldır" düstûrunca mâsum addedilir. "Nasıl olsa yine mahkûm olacak, yargılansa ne değişir" yaklaşımı, biraz da kovboy filmlerinin vahşi batı hikâyelerinde görmeye alışkın olduğumuz o mâhut sahneyi hatırlatıyor: Zanlıyı kendi vicdanlarında çoktan yargılamış linç kalabalığı, kahraman şerifi itekleyerek "onu bize ver, hemen asalım" diye ısrar ederler hani. Şerif ise, "yargılanmadan onun kılına bile dokunamazsınız" diye vücudunu siper ederken arkalardan bir ses yükselir,
-Suçluyu bize ver asalım, siz sonradan yargılayın!
Halbuki ortada kesinleşmiş bir yargı kararı var; çetebaşı, yerli ve yabancı basın mensuplarının, müşahitlerin gözü önünde, savunma haklarını kullanmasına azami riayetle yargılandı ve suçlu bulundu. Sırf "usul eksikliği var" gerekçesiyle yeniden yargılama yolunun açılmasının ikinci ve en büyük mahzuru şudur ki, o güne kadar Türkiye'de sonuçlandırılmış bütün yargı işlemlerinin tâzelenmesi gerekecektir. Yeniden yargılama kararı eğer sadece çetebaşının davası ile sınırlı kalırsa bu defa hukukun genelliği prensibi çiğnenmiş olur. Dolayısıyla yeniden yargılama konusunda Türkiye'nin fazlaca tercihi yok gibi görünüyor; kabul veya ret. Ara çözümler ve te'vil yolları, zaten pek de metîn olmayan yargıya güveni büsbütün zayıflatacaktır.
Yüksek yargıçlarımız ve hukuk ulemâmız, başörtüsü ile kamu alanlarında görünmenin derin mahzurları hakkında mütalâa üstüne mütalâa üretirken, bu gibi ehemmiyetsiz ayrıntıları ihmâl ediyorlar galiba. Dava yeniden açılırsa yargı sistemimizin bütününe yönelik bir güven krizinin çıkması muhakkak gibidir ve bu durum iltihaplanmaya son derece müsait bir zaaf ortaya çıkarıyor. Günün birinde Türkiye, AB ile ilişkilerini buz gibi soğutan dramatik bir kavşakta bulacak kendisini. Büyük ihtimâlle o gün, çetebaşının yeniden yargılanması meselesi gündemin ilk sırasında olacaktır. Çetebaşına yargılama yolunu açacak kanun düzenlemelerini yapan bir hükûmetin geleceği olmaz; bu bir siyasi intihar olur, Türkiye'deki AB taraftarları için tahakkukuna dua edilmesi gereken en mâkul ihtimâl, AB'nin bu mânâsız dayatmadan vazgeçmesidir.
Niçin vazgeçsinler ki?
Hukuk kavramına eğreti bakışımızın ceremesini çekiyoruz bir yerde: İstiklâl mahkemelerinin ikinci döneminden yani hukukun siyasi maksatlara âlet edilmesi geleneğinin bidâyetinden başlayarak Yassıada'daki, sıkıyönetim mahkemelerindeki yargılama tarzımıza biraz daha yakından bakalım; hepsi de -bırakınız evrensel hukuk usullerini-, sıradan vatandaşın adâlet hissini bile rencide eden kötü örneklerdi ve hepsi de "biz yaptık oldu; iç işlerimize karışmak kimsenin haddi değildir" yaklaşımıyla kotarılmış kötü siyasallaşma örnekleriydi ve siyasi kültürümüzün demokratikleşmesinde hep "geri adım" teşkil etmişler ve amme vicdânındaki o tabii adalet hissini kurumlaştırmakla başarısız kalmışlardır.
Doğru olan Avrupa hukukuna eklemlenmek için romantik bir didinme gayretine gömülmek değil, o hukuk birikimine, o mevzuata "paralel" hareket etmekten ibaretti. Yapabileceğimiz halde yapmadık ve problem bugün dağ gibi önümüzdedir.
Unutmadan kaydedelim; onca mühim mesele arasında, bazı adreslere özel teslim anlamına gelebilecek vergi affı çıkarmaya kalkışmak berbat bir fikir; mucidini tebrik ederiz