Vatan Ana’ya sitem
10 Yıl önce Aksiyon dergisinde, “Türk Bayrağının bize ettikleri” başlıklı bir yazı kaleme almıştım; yazı, olur olmaz yerde bayrak açmanın, daha doğrusu bayrağın arkasına geçerek hasımlara oradan hücum etmenin yanlışlığına dikkat çekiyordu. Bugünlerde adı çokça geçen bir vakfın, seri tecavüzle suçlanan ve apar-topar 500 küsur yıla mahkûm edilen birinin yargılanmasından önce vakıf tabelasını büyük boyda bir Türk bayrağı ile perdeleme fotoğrafını görünce kalbim burkuldu. Bir bayrağın izzeti böyle berelenir.
Bayrak bir kamuflaj malzemesi oldu, hepimizi temsil eden bir sembol olma vasfı epritildi; bu tutum utanç verici. İşlenen cürümleri örtmek için kötüye kullanmadığımız hangi üst değer kaldı? Bütün dini ve millî alâmetler, siyasi vuruşmanın en pestenkerani âleti oldu.
Pekâlâ başlamayabilecek bir savaş maalesef uyandırıldı; bu savaşta tarafların ortak özelliği, TC nüfus kağıdı taşımasıdır ve savaşın kayıpları her gün farklı bayrak veya alametlere sarılı tabutlarla ailelerine teslim ediliyor. Karşı tarafın (!) kayıpları, Genelkurmay’ın resmi bildirilerinde iki veya üç haneli rakamlarla özetlenip geçilirken bizim çocuklarımız (!) için devlet daha farklı ve özel bir merasim rutini uyguluyor.
Onların çocukları ve bizim çocuklarımız! Ne kadar kırıcı, ne kadar yaralayıcı kelimeler bunlar! Hainlik veya kahramanlık işporta tezgâhında. Her mahalle, her sokak kahraman ve hainle dolu. ‘Bizden-onlardan’ ayrımı başladığında, iç savaş psikolojisine geçmişiz demektir. Vatan anamız, yine evlâtlarının kanını talep ediyor ve ancak böyle varoluş döngüsünü tamamlayabileceğini dillendiriyor. Daha beteri, herkes ama herkes kavgada taraf olmaya davet ediliyor: Bizden değilsen onlardansın! Kaçış yok, bir sükûnet ve temkin adasına çekilmeniz imkânsız. Ne kadar kolay, tehlikeli derecede ucuz ve yıkıcı bir davet bu…
Hepimiz beraber yaşasak olmuyor mu anne?
Kilislilere dağıtılan, ‘Roket saldırısı esnasında alınacak tedbirler’ broşürü gibi şehit cenazeleri konusunda da, muhtemelen yazılı olmayan bir yönetmeliğe riayet ediliyor. Öncelikle şehidin evine büyük boyda bir Türk bayrağı asılıyor. (O derme-çatma gecekonduyu neredeyse tamamen örten bayrağı hatırladınız değil mi?) Şehit yakınlarına, cenazede giymeleri için ya bir resmi üniforma veya başlık veriliyor. Şehrin en büyük camisindeki cenaze namazında yörenin politikacı ve bürokratları hazır bulunup taziyede bulunuyorlar. Acıdan kavrulmuş anneler, eşler, çocuklar tabutlara sarılıp ağlarken, kalabalık tekbir ve tehliller getiriyor. Din görevlileri, fazlaca profesyonel ve beylik bir ses tonuyla şehit için helâllik diliyorlar. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez.” sloganlarıyla tören görüntüleri tamamlanıyor ve ikinci şehidin cenazesine geçiyor kameralar. Aynı kurgu tekrarlanıyor.
Olmadı bir türlü; evlâtlarının kanıyla beslenmeye ihtiyaç duymak yerine onları onurlandıran, eğiten, şahsiyet kazandıran, iş sahibi kılan bir ülke inşa edemedik. Birbirimize beslediğimiz derin nefret ve ayrılık duygusu, dışa bağlı şer güçlerinin fesadına galebe etti. Yurttaşını, devleti karşısında haysiyetli ve serbest fikirli bir fert kılan demokrasiye, köyün iffetsiz düşkünü, orta malı bir kahpe muamelesi reva gördük; ona hiç ama hiç inanmadık, güvenmedik, desteklemedik. İşte şanlı meclisimiz, muhalefeti ve iktidarı ile elele verip, halkın oyuyla oraya gelmiş vekillerine devletin çivili sopasını göstermekte tereddüt etmedi ve bu arada CHP ne hazindir, hemen fabrika (kuruluş) ayarlarına dönüverdi.
Ah anne ah!