Vallahi başörtüsü yazısı değil!
Yıllar önceydi; belki on beş sene önce, II. Meşrutiyet döneminde Ordu ve Siyaset adlı çalışmamın basılması mevzubahis olmuştu. Türkiye Günlüğü Dergisi'nin ve aynı bünyedeki Cedit Neşriyat'ın yöneticisi aziz dostum Mustafa Çalık, o günün imkânlarıyla en pahalı ve kaliteli baskı tekniği ile çalışmayı yayınlamayı üstlenmişti.
Kapak düzeninden indeksine kadar kılı kırk yararcasına titizlendiği çalışmanın ithaf sayfasını görünce gülümsemiş, "biliyor musun; bizim cenahta bir çalışmasını eşine ithaf eden ilk yazar herhalde sensin; bu yüzden seni tebrik ederim" diye iltifatta bulunmuştu.
Bu özel ve şahsi anekdotu, nereden nereye geldiğimizi izah etmek için anlatıyorum. "Bizim cenah"ta eşin yeri, tâ eski zamanlardan beri süregelen bir gelenek anlayışının sıkı mahpesinde; kocasının yardımcısı ve vefâdarı, çocuklarının bakıcısı ve terbiyecisi, nâmusun ve evin bekçisi olarak görüldü. Arkadaş toplantılarında bile eşler nedense evde unutuluverir, kimse de bu durumdan rahatsızlık duymazdı. Sosyal faaliyetlerde eşlerimizle birlikte bulunmayı hâlâ doğru dürüst öğrenememişizdir. Hele bir defasında eşimle birlikte gittiğimiz bir bayram ziyaretinde evin hanımının bize görünmemek için özel bir dikkat göstererek kahve tepsisini salon kapısı aralığından kocasına devretmesini hiç unutmam.
Şimdi o eski katılık yavaş yavaş çözülüyor; eşler, başkalarının yanında varlığı söz konusu olduğunda neredeyse rahatsız olduğumuz bir unsur olmaktan çıktı, yavaş yavaş gerçek mânâda hayat arkadaşı durumuna gelmeye başladı. Bu değişim bizim kuşakta iyice tebellür etmiştir zannederim.
Dün Çankaya Köşkü'ndeki kabule, çiçeği burnunda milletvekili arkadaşımın eşi katılamadı; eminim ki bunu çok isterdi. Yeni devlet başkanını kutlamak, elini sıkmak, diğer hanımlarla tanışmak, kendisini kocasının siyasi kimliğinden bağımsız bir şahsiyet bütünü olarak temsil etmek geçerdi içinden. Olmadı, belki ileride bu da mümkün olacaktır fakat "aman ârıza çıkarmayalım" düşüncesiyle -ki bu incefikirliliği haklı buluyorum- yüzlerce vekil eşinin sanki bir kabahat işlemişçesine Çankaya'dan ve "sair kamusal alanlar"dan uzak tutulması, insanın zihninde berbat, acı bir tad bırakıyor.
"Kadının yeri, ocağının başıdır" tarzında fetvâ vermeye kalkışanların içtihatlarına zerrece kıymet vermediğim gibi böyle yaklaşımları özü itibariyle Müslümanca da bulmuyorum. Her zaman söyledik, bu memlekette mürtecî yok değil, hatta mebzul. Neticede bu gibi resmi kabul toplantıları, kamu hizmetinin bizatihi kendisi değil, sembolik anlama sahip törenlerden ibarettir ve yıllarca kocasının yükünü paylaşmış eşlerin oralarda bulunması en tabii haklarıdır. Kadını eğitime, üretime, sosyal hayata ve toplumsallaşmaya özendiren moderniteye en güçlü itirazın irticâi sola mensup başörtüsü aleyhtarlarından geliyor olması da ayrıca pek mânidar, gülünç ve ibretlik bir haldir.
Sağ ve sol irticânın kadını adam yerine koymamak noktasında nasıl da şaşırtıcı bir ittifak kurabildiklerinin altını önemle çizelim.
Bu gülünç ayrımcılık günün birinde ortadan kalkar fakat Türkiye'de -genel bakış itibariyle- erkeğin kadını "bir hayata, bütün varıyla refakat eden çok değerli ve yüceltilmesi gereken bir yoldaş" olduğu fikrini kabullenmesi biraz daha fazla zaman alacaktır. Mesele sadece kadının toplum hayatında eşiyle birlikte yer almasından ibaret değil çünkü; o modernitenin icabıdır ve zamanı gelince vukubulacaktır. Önemli ve değerli olanı, yapmacıksız bir samimiyet ve inançla kadını yüceltmek ve onurlandırmak, onun sadakat ve fedakârlığına karşı şükranı ifâde etmektir.