Uşşak da haklı, Taşgetiren de...

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının ikinci başkanı Cemal Uşşak, “Biz dindarlar Kürtlerin ızdırabını hissetmedik” anafikri ile özetlenebilecek mülakatından dolayı bizim cenahta hayli eleştiriye, târize ve siteme mâruz kaldı; bu meyânda Aksiyon yazarı sütun komşum Ahmet Taşgetiren’in “Ah şu dindarlar” başlıklı târizini tebessümle okudum.

Kendi nâmıma hem Cemal Uşşak’a hem Ahmet Taşgetiren’e hak veriyor, ikisini de anlayışla karşılıyorum. İkisinden birine hak vermek mevkiinde değilim, sadece tartışmaya biraz daha ışık tutmaya çalışacağım.

“Dindar” deyince, tarihî devamlılığı olan toplumsal bir damar olarak bir zümreyi kasdettiğimi belirtmem gerekiyor: Merkezde yer alan, şehirli, Sünni medrese kökenli insanlar. İşte bu târif kapsamı içine giren dindarlığın muhalif, isyankâr bir karakter taşımadığı doğrudur. Sebeplerin başında Osmanlı düzeninde devletin, Sünni İslâm’ı himâyesinde bulundurması geliyor. Saray ve merkezî bürokrasi İslâm’ın Sünni yorumunu benimsemişlerdi; Şeyhülislâmdan kazaskere, müftîden mescid imamına kadar dinî fonksiyon da icrâ eden bütün bürokrasinin iki vasfı hemen dikkat çeker: Medrese menşe’li idiler ve birer kamu görevi yerine getiriyorlardı. Medreseler, kâğıt üstünde vakıf aracılığı ile müstakil finansman kaynaklarına sahip görünüyorsa da fiiliyatta devletin denetimine tâbi idiler ve personelin özlük işleri, devletten otonom birimler tarafından değil, devlet tarafından yürütülüyordu. Mahalle aralarına ve şehirli toplumun bütün hücrelerine kadar nüfuz edebilen tekkeler, her ne kadar seyr-i sülûk konusunda bağımsız gibi davranıyorlarsa da resmî ideolojinin, yani Sünni İslâmı’nın dışına çıkmaya yeltenenler, hayli sert şekilde muamele görmüşlerdi. Bu durumda Osmanlı toplum düzeninde devletten müstakil bir Müslüman vicdanın serpilip gelişebileceği bir alan yoktu. Merkeze ait olmak ve yakın durmak, zamanla dindarlarda devletten yana bir davranış hâlini aldı.

Cumhuriyet inkılâpları, devletle dindarlar arasında esaslı ve dramatik bir ayrılışa yol açtı çünkü devletin resmî ideolojisi değişikliğe uğramıştı; yeni ideolojinin baskın rengi laiklikti; din eskisi gibi devletin sıkı denetimi altındaydı ama resmî ideolojiyi üreten ve çoğaltan bir kaynak olarak din, bütün kurumlarıyla merkeze yakın yerini kaybetti. Saltanatın ardından dindar Müslümanların yokluğunu asla tasavvur edemeyecekleri Hilâfet kurumu ilga edildi. Medrese ve tekkeler kapatıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile her türlü eğitim süreci laikleştirildi ve medresenin eğitim fonksiyonları sona erdi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Diyanet İşleri Başkanlığı’na vücut veren kanunun aynı gün yayımlanması çok mânidardır. Bunu Kur’an kurslarının kapatılması, Vakıflar Genel Müdürlüğü aracılığı ile dinî faaliyet finansmanının kesilmesi, ezanın Türkçe okunması ve diğer laikleştirici zecrî tedbirler takib etti. Şapka inkılâbı, merkeze yakın yerdeki dindarlığın tepkisini ölçmek ve tamamen kırmak için çok elverişli bir katalizör olarak kullanıldı. Direniş gösteren az sayıda dindar orantısız bir şiddete mâruz bırakılarak caydırıldı. Şehirli dindarlar aktif direniş gösteremediler çünkü böyle bir geleneğe ve pratiğe sahip değildiler; bunun yerine pasif direniş sayılabilecek çarelere başvuruldu. Doğrudan fötr giyen az sayıdaki sembol isim haricinde dindarlar Fransız tarzı “kasket”le kendilerine bir ara yol aradılar. Eğer tamamını İslâmi tepki saymak gerekirse bu dönemin en sert direnişi Şeyh Sait isyanında ortaya çıktı. İsyan, sadece laik inkılapları protesto maksadıyla çıkmamıştı ama isyan faktörleri arasında bunu da saymak mümkündür. Aynı orantısız şiddet, bu defa daha geniş çaplı askerî bastırma metodlarıyla isyancı Kürt topluluklarına yöneldi.

Şehirlerin dışında, köylerde, kır alanlarında ve özellikle Güneydoğu Anadolu’daki İslami hayat, devletin laikleştirici politikalarından nisbeten uzakta kaldı çünkü merkezle çevre arasındaki fiziki ulaşım ve haberleşme henüz çok geri idi. Karakol ve jandarmanın pek seyrek uğrayabildiği kuytuluklarda gizli medreseler en düşük seviyede faaliyetlerine devam imkânı buldular; tarikatlar da ürkek kıpırdanışlarla zemini yokladılar ve sanki birer suç örgütü imiş gibi gizli-kapaklı tarzda faaliyetlerini sürdürme çareleri arayıp buldular. Bu çerçevede Said Nursi’nin imanı kurtarma hareketi, çok karakteristiktir; hareket şiddet ihtiva etmiyor ama laikleşme hamlelerine itaatten de kaçınıyordu.

Çevre’nin İslâmi heyecan ve reaksiyon sahibi olması İmam-Hatip okullarıyla mecrâını buldu; ancak bir eğitim hamlesi olarak İmam-Hatipler de şiddeti dışlayan bir üslup içinde doğup geliştiler. Bütün bu zaman boyunca dindarlar, siyasetle, sadece kendilerini meşrûlaştırma aracı olarak ve o yaklaşımla, sandık aracılığı ile ilişki kurdular. Siyasete katılmakta dolaylı yolu tercih ettiler; özgüven kazanmaları hayli zaman aldı.

Başa dönelim: Cemal Uşşak doğru söylüyor; dindarlar gerektiği zaman, gerektiği gibi tavır koymakta, acıları paylaşmakta, yanlışları işaret etmekte yetersiz kaldılar fakat Ahmet Taşgetiren de târizlerinde tamamen haksız değil; dindarlar da esasen dönemin mağdurlarıydılar.

Bu tartışmayı faydalı buluyorum ve zenginleştirilerek sürdürülmesinden yanayım.


Kaynak (Arşiv)