‘ÜRETİM HEYECANI’ DİYE BİR ŞEY...

Özel platformdan yayın yapan bazı TV kanallarında “How it’s made?” adıyla yayınlanan bir dizi belgesel var; Kanada mahreçli bu dizide kısaca “Nasıl yapıyorlar?” sorusuna 5-6 dakikalık kısa belgesellerle cevap veriliyor: Keman nasıl yapılır, futbol topu nasıl yapılır, kalem nasıl yapılır?

Son yıllarda beni büyüleyen belki yegâne belgesel bu. Bilardo topundan metal kaşığa, ateşli silahlardan elma kompostosuna, ayakkabıdan kürdana kadar etrafımızda gördüğümüz ama ‘nasıl yapıldığı’na dikkat bile etmediğimiz yüzlerce mâmulün beş dakikalık heyecan verici hikâyesi.

Niçin beş dakika? Doğrusu 5 dakikaya sığdırılmış hızlı anlatım beni kesmiyor; daha uzun süreli, daha etraflı bir anlatım tarzını tercih ederdim fakat günümüzün TV seyircisini (Özellikle Amerikalı) beş dakika bir konu üzerine odaklamak mümkün olmuyor galiba. Son zamanlarda belgesel diline hâkim olan bol hareketli, birkaç saniyede değişen görüntülerle, ses ve ışık efektleriyle süslenmiş anlatım, Amerikan tarzı televizyonculuğun anayasası gibi bir şey haline gelmiş.

Her neyse, bu haline de razıyım!

Ham maddenin mâmul tüketim malı haline gelmesini hikâye eden bu dizilerin bizde pek müşterisi yok; öyle olsa mutlaka, ‘televizyonda ne gider?’ sorusuna cevap arayan zehir gibi yapımcılarımız belgeselin yerli versiyonlarını da çekmeye başlarlardı.

Bir ara TRT’de eski zanaatleri konu edinen ve ‘How it’s made’ formatına uygun bir yapıma rastlamıştım; alıcısı çıkmamış olmalı ki artık görmez olduk. Belli ki Türk seyircisi parlak dizilerin büyüsünden sıyrılıp da gerçekten işine yarayabilecek ve kendisine varoluş sebeplerinden birkaçını hatırlatabilecek ciddi şeylere iltifat etmiyor!

Bu belgesellerde beni ‘büyüleyen’ şey tek kelimeyle üretim heyecanı. Bir şeyleri yapılırken seyretmenin bile insanda derin tatmin uyandıran pozitif bir yanı var. Bu heyecanın körlenmemesi, her dem uyandırılması gerek.

Belgesel, seyircilerde “Sen de yapabilirsin”den başlayarak “Sen de üretim heyecanını tatmalı, yaşamalısın; senin de üretebileceğin bir şeyler mutlaka vardır. Kendini tanı, içindeki üreticiyi keşfet ve ona imkân ver” arzusunu uyandırıyor. En azından kendim için böyle bir duygunun sahiciliğinden söz edebilirim. Elbette evdeki imkânlarla bir bilardo topu imâl edemezsiniz, elbette kırtasiyeciden üç-beş kuruş verip bir kurşun kalem almak yerine kendi kurşun kaleminizi yapmaya kalkışmanın mânâsı yoktur ama mutlaka sizin de yapabileceğiniz bir şey vardır...

Ev hanımları bu konuda erkeklere göre çok şanslı ve daha büyük imkânlara sahip: Bir kere mutfak, bu nazarla bakıldığında tamamen kadınların hükümranlığında bir eyâletcesine başlıbaşına bir atelye veya laboratuvar gibi; yeni yemek tecrübeleri, yeni tatların keşfi, konservecilik, turşu veya reçelde yeni ufuklar aramaya kalkıştığı için hiçbir ev hanımı yakın çevresinden ümit kırıcı eleştiriler almaz. Kaldı ki hanımların mutfak dışında üretim heyecanını karşılayabilecekleri pek çok ‘meşrû’ imkân mevcut. Meselâ, kumaş boyama işleri, vitray, ebrûculuk, üç boyutlu kartpostal, çini boyama vs. türünden onlarca mârifet, son on yılda sadece hanımlara hitab eden hatırı sayılır bir sektör haline geldi; sadece ev hobileri konusunda hanımlara hizmet veren özel dükkânlar ve kurslar açıldı.

Hanımların tuzu kuru yani; kimse onlara, niçin Osmanlı nakışıyla uğraşıyorsun, niçin reçel yapıyorsun, niçin kırkyama tekniğiyle (patchwork) yorgan dikmeye kalkışıyorsun, diyen yok. Onlar evin mutlak hâkimleri. Benzer konularda şevke gelip bir şeyler yapmak isteyen erkeklerin nasıl caydırıldığına dair sevimsiz örnekler vermek –nedense- içimden gelmiyor!..

Evde yapmak şart mı? Değil elbette ama Amerikan filmlerinde görüp imrendiğimiz garaj atelyesi, gariban Türkler için sadece bir fanteziden ibaret. Bahçeli evinin bir köşesindeki garajda, özel meraklarıyla uğraşabilecek takım-tezgâh kurabilen kaç kişi tanıyorsunuz ki? Eminim sayabildikleriniz bir elin parmaklarını geçmez!

Bu noktada meseleyi, evde erkeklerin ortalığı kirletme ve aile huzurunu bozma noktasına taşıyarak esas anafikri ıskalamamak gerektiğine inanıyorum. Anafikir, ‘üretim heyecanı’dır; insanlara varolma sebeplerini hatırlatacak temel faaliyetleri yeniden hatırlatmaktır.

Terâne mâlum: modern insan, kendisine paket halinde sunulan mâmul ürünlerini tüketmekten başka bir hakka sahip değil. Satın aldığımız ürünlerdeki ‘garanti’ şartnamesinin ilk maddesi, “Sakın içini açıp kurcalama, yetkili olmayan kişilerin müdahalesine izin verirsen garanti hakkını kaybedersin” şıkkı. Hazır ürün, şimdilik Türk toplumuna pek hitab etmiyor olsa da dondurulmuş halde satılan ve yiyecek hale gelmesi için sadece mikrodalga fırına konulması yeterli yiyeceklerle mutfaklarımıza bile gözünü dikmiş durumda. Sadece yaz tatilleri değil, hafta sonu ailece çıkılan geziler bile artık paketlendi! AVM’lerde herkese hitab eden mağaza ve dükkânlar mevcut. Tasarlamak artık sıradan insanların harcı olmaktan çıktı, sektörleşti.

Gününün üçte birini TV karşısında geçiren bir erkek neyi, ne zaman, niçin tasarlasın?

On numaralık bir soru: Yeni doğan bebekler için açılan mağazaların hızla yayılması sizce ne mânâya geliyor? Bu mağazalarda pazarlanan her ürün, patik, zıbın, iç çamaşırı, takke, battaniye, bebek karyolası veya ziyaretçilere ikrâm edilecek yiyecek içecek vb. yakın zamanlara kadar içinde annenin de mutlaka yer aldığı geniş bir tanıdıklar kadrosu tarafından zevkle, heyecanla, sevgiyle hazırlanırdı. Şimdi hepsi, üstelik hatırı sayılır fiyatlarla topyekûn mağazalarda satılıyor; bebeklerin yaşgünleri için evi süsleyecek firmalar faaliyet halinde. Size sadece parayı ödemek düşüyor.

Vaktiyle her genç kızın çeyizinde illâ ki bir dikiş makinesi bulunması arzu edilirdi; dikiş makineleri şimdi evlerde çok yer kaplıyor ve zevkle döşenmiş salonlarımıza yakışmıyor. Doğru, konfeksiyon ürünleri ucuzladı ama beraberinde bir şeyler üretebilme zevkimizi de götürdü.

Konuyu biraz uluslararası perspektife taşıyalım. Dünyanın en büyük üreticisi artık Çin. Çin proleteryası dünyanın ihtiyaç duyduğu her şeyi muhtelif kalite tercihleriyle üretiyor ve herkese pazarlıyor. Aralarında Türkiye’nin de olduğu pek çok ülkede imâlat sanayii çökme noktasına geldi. Eşyaya söz geçirme hünerimiz zaten zayıftı; şimdi temelli unuttuk gitti...

Toplumlar âlet kullanma becerilerini kötürümleştirdiler; yerli malı üretim daha pahalıya çıkıyor ve öyle olduğu için istihdam gücü ‘beyaz yakalı’ diye tabir edilen büro çalışanlarına yönelmeye başladı. Mahalli sanat ve zenaatlerin içler acısı hâline üzülmek bile aklımıza gelmiyor. Tüketicilikte gittikçe rafine bir zevk edinmeye başladık ve “ne nerede nasıl yenilir, nereden nasıl giyinilir, nasıl kaliteli tatil yapılır” konularında ustalaşmaya başladık. Bir yerinde “Hand made” yani elle yapılmış eşyalar ilgimizi çekiyor, bütçemiz elverirse onları tercih etmemiz gerektiğini de öğretiyorlar bize fakat el yapımı eşyalar artık antikalar gibi bir zenginlik ve refah göstergesi haline geldi.

Üretim neşesinden koptuk, koparıldık. Milli sanayimizde imâlatın yeri giderek azalıyor. Erkekler, evlerinde zuhur eden en küçük mekanik ârıza karşısında çâresiz telefonlarına sarılıyorlar; yakında çorba pişirmesini, sökük dikmesini bile beceremeyen genç kızlarımızın sayısı hızla çoğalacak.

Üretim yahu üretim; yok mu kurtaracak baht-ı kara mâderini?


Kaynak (Arşiv)