Türkler ve Kürtler bir millet olabilirler mi?

'Herşeyi bildiğim, gücüm karşısında dağların dize geleceği, bir bakışımla kızları peşime takabileceğimi zanneden bir delikanlı olduğum çağlarda, Bayrampaşa'da yüksek bir işhanının penceresinden aşağıya bakan babam bana seslendi,

-Gel de aşağıya bak...

Sanıyorum o hafta Özal'ın ikinci kez iktidara geldiği seçimler yapılmak üzereydi ve bir de derbi maç vardı. Galatasaray-Beşiktaş maçı. Babam sordu,

-Aşağıda ne var?

Bilmiş adamız ne de olsa delikanlıyız; 'Abdi İpekçi caddesi var, otuz senedir de orada duruyor' diye cevap verdim (sanki otuz sene evvelini bilirmişim!). 'Daha dikkatli bak' dedi, 'arabalar binalar var' dedim. 'Binalarda ne var' diye sordu. 'Eee bayraklar, parti bayrakları var, takım bayrakları var. Cimbom Beşiktaşı yenerse bu sene şampiyonuz' dedim pişkin pişkin.

Enseme şaka yollu vurdu. 'Saflığa vurma; orada bir milletin 20 parçaya bölünmüşlüğü var' diye cevap verdi.

Ben de yine hafif maytap havasında, 'demokrasi bu, eskiler istemese de kabullenmek gerek' demiştim. Babam güldü...'


Bir okuyucuma ait bulunan yukardaki satırlarda yaşlı adamın genç oğluna verdiği hayat dersi isâbetli midir: Seçim afişleri, futbol kulüplerine ait bayraklarla rengârenk donanmış bir sokak, bölünmüşlüğün mü, yoksa çokluğun ardındaki âhengin, yani çoğulculuğun mu nişânesi sayılmalı? İçinizden çoğunun, "yoo, bu kadarı gerçekten fazla; millet dediğimiz kavram, bu kadar da tek tip görünmemeli; orada farklılıklar da olmalı" diye düşündüğünü tahmin ediyorum. Demokrasinin cevrine katlanmamızın sebebi, insanlara tek tek veya topluluk halinde olsunlar, kendilerini daha fazla ifâde imkânı bulabilmeleri içindir. Tek partili, buyurgan, otoriter rejimlerde de işler bir şekilde yürür; hatta o niyetle bakılınca demokratik ve çoğulcu rejimlere göre daha pratik, daha faydalı bir idari mekanizma varmış gibi görünür. Biz demokrasiyi, aynen bilgisayar ekranlarının özelliklerinde belirtilen "milyonlarca renk" seçeneğinden ötürü vazgeçilmez buluyoruz.


Peki, okuyucumuzun babası, "Orada bir milletin yirmi parçaya bölünmüşlüğü var" derken, tamamen hayâlî bir tasavvur mu kurmaktadır? Hayır, tesbiti doğrudur fakat, belki yanlış örnek gösteriyor.

Bizim gibi ülkelerde, yani Batı tarihinin ana istasyonlarından (Roma, Kilise, Reformasyon, Antik Kültüre dönüş, Sanayi ihtilali, Kapitalizm, Marksizm, Kitle tüketimi, iki büyük kitle imha savaşı vb...) geçmemiş toplumlarda millet olmanın iki pratik ve kısa çaresi var: İlki, ideolojik telkin yoluyla kültürel bir bütün; yani tarihi, kültürel, coğrafi ve dini sebeplerle kaynaşmış bir kitle olduğumuzu ileri sürmek; ikincisi ise topluma yüksek refah standartları vererek topluma korunmaya değer bir şeye sahip olduğumuzu göstermektir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş safhasında ister istemez ilk yolu tercih etmek zorunda kaldı ve kısaca "kültürel millet birliği" tezini işlerken fiiliyatta bazı aksamalara yol açtı.

Bunlar bilinmeyen şeyler değil; kısaca yeniden ifâde edelim:

Cumhuriyet kurulurken, Türkiye sınırları içindeki nüfus, din birliği esasına göre biçimlendirildi. Anadolu'daki sosyal ve iktisadi hayatın önemli unsurlarından Rum ve Ermeni nüfusu, "Tehcir ve Mübadele" sebebiyle Türkiye'yi terk edince, geride kalan nüfusun İslâmî özelliği en belirgin ortak özellik olarak ortaya çıktı.

Ne var ki Cumhuriyet yönetimi toplumun "dini" rengini önemsemek ve vurgulamak yerine, bir an evvel kalkınmayı sağlayabilmek için Laisizm siyasetini tercih etti; yapılan bir dizi kültür reformunun ortak özelliği, toplumda laik bir kültür zemini ortaya çıkarmaktı. Zaman zaman sert müdahalelerle takib edilen bu yaklaşım neticesinde Türkiye'de laik kültür vücut bulurken, önceden kestirilmesi lazım gelen bir tepki hareketi de ortaya çıktı. Devletin kendilerine lüzûmundan fazla haşin davrandığını düşünen hayli büyük bir kitle, rejime karşı burukluk hissetti fakat buna rağmen Cumhuriyet'e ve devlete güvenini kaybetmedi. Sözünü ettiğimiz kitle, 1950 seçimlerinden beri eline geçen her meşrû fırsatta tepkisini belirterek kendisine yakın saydığı siyasi partileri iktidara taşımaktadır.

Dine bağlılıkları itibariyle Türk kardeşlerinden daha dindar ve mutaassıp Kürt topluluğu ise, yeni devletin bünyesinde ancak "Türk" kimliğini benimsemek yoluyla yer bulabileceklerini farkettiler. Vakıa onlara teklif edilen Türk kimliği, aynen İngiliz, Amerikan, Rus kimlikleri gibi etnik aidiyetten ziyade anayasal bir mahiyet taşıyordu, fakat bir dönemde Kürt kimliğinin yok farzedilerek Kürtlüğün, Türklük ailesinin alt familyalarından biri olduğu iddiasının propaganda edilmesi gönül kırgınlıklarına yol açtı. Bu kırgınlıklar Tek Parti döneminde 15 civarında irili ufaklı silahlı isyana yol açtığında sert bir üsluba büründü. Bugün o kalkışmaların en geniş çaplısı ile karşı karşıyayız ve mesele, kısa zamanda çözümlenemeyecek derecede karmaşıklaştı. Artık söylenebilecek sözlerin büyük bir değeri kalmadı; aynen Sevr günlerinde olduğu gibi devreye dünya siyasetinin büyük aktörleri girdi, Türkiye'nin güneydoğu sınırlarına hemhudud bir Kürt yönetimi vücut buldu ve Türkiye, bu bölgeye askeri hareket yapmak için yeterince gerekçeye sahip bulunduğuna inanıyor.


Burada duralım ve "millet olmak" arzumuzun neresinde bulunduğumuza şöyle bir bakalım. Aşikardır ki Anayasa'nın başlangıç kısmında özene-bezene tarif edilen o millet kavrayışından uzaklarda bir yerdeyiz; 24 seneden beri kan akıyor. Bir yerlerde önemli yanlışlıklar yapılmış, besbelli...


"Cumhuriyet, halkın dini duygularına daha yumuşak yaklaşabilseydi, bugün ortada böyle bir mesele olmazdı" demek, büyük iyimserlik olur. Bu problemle yine yüzyüze gelecektik fakat boyutları bu derece vahim olmayabilirdi. "Millet olmak" meselesinde temel siyaseti sadece merkezi bürokratik elitlerin belirlemiş olması iyi neticeler vermedi; bürokratik iktidarı kullananlar, seçilerek yönetime gelmiş siyasi iktidarlara bu alanda düzeltme yapmak imkanı tanımadılar ve bunu yaparken "siz rejimi çığırından çıkarmak mı istiyorsunuz" tehdidini savurdular.


Bazen orduların, diplomatik temasların, büyük paraların ve yatırımların yapamadığını, insanların gönlüne, ruhuna, değerlerine hitab etmesini bilen sıradan insanlar, sıradan sözlerle yapabilirler. Biz bu yolu hiç denemedik; değersiz, hatta tehlikeli gördük.

"Peki şimdi işe yarar mı" derseniz, şüpheliyim. Bizim millet olmak davamız, artık uluslararası siyaset ve global menfaat hesaplarının küçük bir ayrıntısı olmak derekesine düştü; inisiyatif elden çıktı, global rüzgarların şişirdiği yüksek hamasi duygularla sürüklenip giderken yüksek sesle bağırarak cesaret toplamaya çalışıyoruz.


Benim değerlendirmem şudur; bugün belki bir millet değiliz fakat "bir millet olmaya" mecbur ve mahkumuz; bunun nasıl gerçekleşeceğini ise yaşayan görür.

AKLINIZDA BULUNSUN: SÜHAN DERGİSİ'NDEN VEDA BUSESİ

Gâvur Dostlarımız, Kapanan Edebiyat Dergilerinin Hikayeleri, Yenge, Oyuncak, Dede ve İstasyon özel sayılarıyla edebiyat severlerin dikkatini çeken Sühan Dergisi'nin 17. sayısı Sivas'ı konu ediniyor; herhangi bir dergide bir araya gelmesi zor görünen çok geniş bir yazar kadrosunu buluşturan Sivas sayısı, bu şehir hakkında kaleme alınmış en ilgi çekici ve manidar dikkatleri ele almakta.

İki sayı sonra yayın hayatına veda edecek olan Sühan dergisi, "tek kişilik yayın ordusu" Hüseyin Kaya'nın eseri. Kaçırılmayacak bir sayı.

İrtibat için: www.suhandergisi.com, Tel: 0505 351 54 11, [email protected]


Kaynak (Arşiv)