Türkiye'nin demokratikleşmesine askerî katkı şart!
Konuyu anlaşılır hale getirmek için pratik örneklerden hareket edelim: Türkiye’de ordunun siyasi sahnede kapladığı yerden şikayet etmek, ordu aleyhtarlığı değildir. Aklı başında Hiçbir yurttaş kendi ordusunun aleyhinde bulunmaz; halbuki Türkiye’de ordunun siyasetten uzaklaşması gerektiğini savunanlar, rahatlıkla önce ordunun, hemen bir adım sonrasında vatanın düşmanı addediliyor.
Bu derece basit ve kolay anlaşılır bir mantığı sekteye uğratan şey, “sivil siyaset” düzleminde bulunan bir takım kişi ve kurumların, “orduyu eleştirmek, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun temel esaslarına karşı çıkmaktır” denklemini savunmalarıdır. Böylece sözlükteki reel manasıyla yurdunu, ülkesini, bayrağını seven ve savunan kişilerin yeri geldiğinde orduyu eleştirmeleri kolayca itham görebiliyor.
Bu tutum, üç kavramı birden zaafa uğratıyor ve anlam karışıklığına yol açıyor: Türkiye, ordu, sivil siyaset. Türkiye zarar görüyor, çünkü devletin üstündeki askerî vesâyet görüntüsü meşrulaştırılıyor. Ordu zarar görüyor, çünkü gerektiğinde siyasete müdahil olabilmek için “uyanık” durması gerektiğini düşünen ordu, asli görevini yani muhariplik gücünü aksatabiliyor. Sivil siyaset zarar görüyor, çünkü böylece Türkiye’de doğru siyaset yapmanın olmazsa olmaz şartı, ordunun desteğinde ve gölgesinde kalmak, askerî vesâyet görüntüsünden rahatsızlık duymamak gibi algılanıyor.
Askerler bu garip görüntüye ve mantık hatasına karşı çıkmıyorlar; insafla söylemek gerekirse askerlerden bu konuda özeleştiri beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır: Askerler, daha orta dereceli askeri okul sıralarından itibaren, gerektiğinde sivil alanlara müdaheleyi de kapsayan, hayli geniş ve muğlak çerçeveli bir “koruma ve kollama” sorumluluğu ile yetiştiriliyor, bu göreve uygun ideolojik gereçlerle donatılıyorlar; ayrıca bu görev ve sorumluluk onlara iktidarın mühimce bir kısmını kullanmak ve kontrol etmek imtiyazını da veriyor; onlar da anlaşılabilir gerekçelerle kontrol ettikleri gücü, sivil siyasetin tasarrufuna devretmek istemiyorlar.
2002-2006 yılları arasında Genelkurmay Başkanı olarak görev yapan Org. Hilmi Özkök, görevini demokratik hukuk devleti çerçevesinde yorumlayarak, askerî alanla sivil siyaset arasındaki sınıra saygı gösterdiği ve görev süresi esnasında Sarıkız ve Ayışığı adlarıyla kodlanan darbe teşebbüslerine izin vermediği için bazı askeri ve sivil (!) çevrelerde haksız eleştirilere uğradı ki sadece bu olay bile kendi başına bütün olguyu karakterize etmeye kâfidir. Orgeneral Özkök, genelkurmay başkanlığı görevini, Batılı demokratik hukuk devleti standartlarına hayli yaklaşan çerçevede yorumlamış ve orduyu siyasetten uzak tutmaya, siyasete müdahil olmamaya itina göstermişti; bu yaklaşımından ötürü kutlanması ve övülmesi gerekirken eleştirilmesi çok dikkat çekicidir.
Ergenekon diye bilinen dava sebebiyle soruşturmaya muhatap kalan ordu mensupları, bugünlerde hararetle tartışılıyor. Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel, bu durumun toplumda rahatsızlık oluşturduğunu ileri sürüyor. Asker kişilerin soruşturulması, gözaltına alınması veya tutuklanması yürürlükteki hukuk nomlarına uygun olsa da, Türkiye’nin üzerindeki askerî vesâyet görüntüsünü değiştiren bir husustur ve yönetimde asker tesirinin azalmaya başladığını gösteren bir işarettir. Birşeylerin değişmekte olduğu muhakkak: 2003 ve 2004 yıllarında tasarlanan Sarıkız ve Ayışığı operasyonları sadece tasavvur halinde kaldı, 2007 yılındaki geceyarısı bildirisi ümid edilen tesirini gösteremedi. Bu gelişmelerin “toplumda huzursuzluk uyandırdığı”nı ileri sürmek isabetli bir değerlendirme değildir, bilakis demokratik hukuk devletinin kurumlarıyla işlemeye başladığını gösteren sahih işaretlerdir.
İşte bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, Türkiye’nin üzerinden askerî vesayet örtüsünün kalkması esnasında orduyu tahrike yeltenerek, “bu işin sonu nereye varacak; birşeyler yapmalısınız” yollu fikirlerin ciddiye alınmasıdır. Türkiye bu dönüşümü sancısız, kavgasız ve gerilimsiz başarmak zorunda. Türkiye’de demokratik hukuk devleti normlarının işlerlik kazanmasını savunan herkesi “ordu düşmanı” gibi göstermeye kalkışmak hem yanlış, hem tehlikeli. Hiçbir devletin hiçbir aklıbaşında yurttaşı kendi ordusunu kötüleyip zaafa uğratarak demokratikleşmeyi istemez. Demokratikleşme karşılığında ödenecek bedel, askerî açıdan zaafa uğramış bir devlet cihazı olamaz. Türkiye’nin Batı standartlarında bir demokrasiyle güçlendirilmesi gerektiğini savunanlar, bu süreçte ordu aleyhtarlığı anlamına gelecek ifadelerden kaçınırken, asker kişiler de, Türkiye’nin askeri vesayetten sıyrılması esnasında en büyük feragat ve hassasiyeti göstermek zorunda olduklarını unutmamalı.
Türkiye Cumhuriyeti’ni askerler kurdu; Milli Mücadeleyi askerler organize etti ve başarıya ulaştırdı; bu iki şükran ve minnet duyulması gereken husus, “Öyleyse Türkiye’nin yönetiminde askerler daima aslî unsur ve hâkim güç olarak denklemde yer alacaklardır” hükmünü artık meşrû gösteremez, göstermemelidir. “Ama Türkiye’nin şartları farklı” mazereti, Türkiye’nin hakikaten farklı ve daima özel idari kompozisyonlarla (meselâ daimi askerî vesâyet) yönetilmesine zemin teşkil etmemelidir; çünkü bu mazeret, Türkiye’nin çağdaş demokratik devlet standartlarını hazmedemeyecek derecede geri bir sosyolojik kompozisyon çizdiği manasında okunacaktır.
Problemlerimizi demokrasiyle, hukukun üstünlüğü ile, güçler ayrılığı ve açık toplum cihazlarıyla çözmek zorundayız; problem çözerken sivillerin beceriksizliğinden yakınarak ikide bir askeri darbe ve müdaheleye davetiye çıkaran, iç siyaset dengelerini askerlerin kantara çıkmasıyla değiştirmeyi hesaplayan bir Türkiye, sair faktörler ne kadar olumlu da olsa “güçlü” ve itibarlı bir ülke sayılmaz; daha açık ifade etmek gerekirse, genelkurmay salonlarında ülkenin yüksek yargıçlarına ve adliye mensuplarına brifing veren, dolaylı olarak onlara yargılama esnasında uymaları gereken özel hassasiyetleri hatırlatan bir ordu, Türkiye için güç faktörü değildir, bilakis zaaf oluşturur. Zararlı ve suç teşkil eden eylemlerle mücadele etmek için kanuni ve anayasal mücadele araçlarından ümid keserek işi askerlere havale eden bir Türkiye’nin, yurttaşlarının neredeyse yarıdan fazlasını tehdid unsuru addeden bir Türkiye’nin büyüklüğünü ileri sürmek ne kadar inandırıcı olabilir ki?
Türkiye, askeriyle siviliyle bu berzâhı selâmetle geçip düzlüğe çıkmak zorunda; rekabetle değil, güvene dayalı bir işbirliği anlayışıyla!