Türk siyasetinin röntgen tahlil sonuçları
Seçim sandığı daha bugünden görünür hâle geldi. Bu gidişat devam ederse, 12 Haziran seçimleri, siyasi tarihimizin heyecan itibariyle en pörsük seçimi olacak. Sonuçlar daha şimdiden belli. Kamuoyu araştırmalarının kimin kazanacağı hakkında tereddüdü yok. Merak edilen, daha çok kazanamayanların alacağı oy oranı.
Sanki tek parti devrinde gibiyiz; seçimler tazeleniyor ama kazanan belli. Sürpriz olmayacak. Tek parti döneminin en bâriz alâmeti, siyasi muhalefetin olmamasıydı. Şimdi siyasi muhalefet var fakat buna “varlık” denilip denilmeyeceği çok su götürür. Meclis’te mevcut, Meclis dışında da örgütlü fakat fiilen yok. Muhalefetin muhalefet tarzı, iktidarı zorlamıyor; daha fazla güç ve enerji harcamaya sevk etmiyor. Bir mânâda iki dönemin iktidar partisi, olağan aşınma ve yıpranma payına rağmen gücünü artırarak üçüncü döneme yürüyor. Hükümet ise muhalefetin “kavgaya istekli” görüntüsünden hoşnut gibidir. Çünkü ideolojik kavga yürütmek, projeli siyasete göre daha kolaydır ve daha az enerji gerektirmektedir.
Seçim tarihi yaklaştıkça tartışmalarda görülen “halkın kolayca anlayacağı basit ve sert mesajlar”a doğru seviye düşüklüğü göstermesi sebepsiz değil. Muhalefet, bünyesi ve naturası icabı hükümete ciddi alternatif teşkil edemediği için kavgayı seçiyor; hükümet ise taraftar kitlesine, “Kavgaysa biz de erkeğiz; biz de dövüşmesini biliriz” mesajı vermenin kolaylığından yararlanıyor.
Bu işte bir gariplik var.
İDEOLOJİK SİYASET- TEKNİK SİYASET!
Gariplik, Türkiye’de iktidar savaşının hâlâ ideolojik kutuplaşma üzerinden yapılmasından başlıyor. Muhalefet, iktidarı resmî ideolojiye aykırılık ve ihanetle suçlayarak taraftar toplamayı düşünüyor; bu iddiasını desteklemek için -geçen dört yıllık sürede gördüğümüz üzere- basının, bürokrasinin, yargının hatta ordunun desteğiyle hareket ediyor. Hükümeti, “projeli ve projeci” teknik siyaset üzerinden eleştirmekte muhalefet yetersiz kaldı. Geçmiş dört yılın kabaca özeti böyle.
Türkiye’de teknik siyaset, nispeten Adalet Partisi’nin 1965-1969 iktidar döneminde ve Anavatan Partisi’nin 1983-1987 yılları arasında yürütülebildi. Her iki parti de, ikinci dönemlerinden başlamak üzere muhalefet partileri tarafından “Resmî ideolojiye ters düşmek, Türkiye’yi irticâa sürüklemek, ülkeyi bölüp satmak” gibi heyecan dozu yüksek olmasına rağmen, elle tutulur kritik taşımayan ithamlarla zayıflatılmaya çalışıldı; buna DP’nin on yıllık iktidarını da eklemeliyiz. DP’lileri idam sehpasına götüren ithamlar, teknik siyasetle ilgili değildi; DP’liler anayasayı ihlâl suçundan mahkûm edildiler.
Ne tuhaftır ki her üç dönemi takip eden seçimlerden sonra koalisyon hükümetleri ile karşılaştık.
PARTİLERİN VÜCUT DİLİ
NE ANLATIYOR?
Bu seçim kampanyasında dikkat çekici bir ayrıntı göze çarpıyor. Her iki muhalefet partisi de bir önceki seçimde elde ettikleri oy oranını korumayı, seçmen kitlesini muhafaza etmeyi ilk hedef olarak görüyor. Buna mukabil iktidar partisi, son seçimdeki oy oranının da üstüne çıkarak tek başına anayasayı değiştirecek bir çoğunluk üzerine kuruyor hesabını. Anayasa değişikliği, doğrudan “teknik siyaset” diyebileceğimiz, iktisadi ve sosyal kalkınma programlarıyla ilgili görünmüyorsa da, muhalefetin seçmen tarafından anlaşılmayan ‘istemezükçü’ tavrının yanında ciddi bir proje görüntüsü veriyor.
Hükümeti, Ergenekon ve Balyoz sanıklarını haksız yere hapse atmakla, Hizbullah’la işbirliği yapmakla, her yatırımda yolsuzluklara sebebiyet vermekle suçlayan muhalefetin vücut diline mukabil, yeni bir anayasa yapmak ve böylece devletin kurumları arasındaki ahengi ve işleyişi yeniden kurmak, idare içinde askerî vesayete son vermek gibi tezlerle seçmenin karşısına çıkan hükümetin ifade ettiği vücut dili arasında bâriz bir fark var.
Her ülkede siyasetin ideolojik endişelere kadar uzanan bir yönü görülebilir fakat Türkiye’de biz hâlâ, devlet birkaç gün önce kurulmuşçasına, devletin ve düzenin geleceği endişesi üzerinden köpürtülen siyasi boğazlaşmalara dikkat çekilmek zorunda kalıyoruz. Türkiye’nin gündemine bakınız; hepsi de yüksek derecede ideolojik ve siyasi mesaj taşıyan kavgalar. Doğrusu bunca siyasi polemik arasında Türkiye’nin büyümesi, yatırım yapabilmesi, işsizlikle, eğitimle, sağlık hizmetleriyle meşgul olabilmesi bir noktada insanı şaşırtıyor.
VATAN İÇİN ÖLELİM AMA
OKUMAK DA NE OLUYOR?
Sadece bir noktada siyasi partileri anlayışla karşılamak mümkün olabilir!
Biz az okuyan, az düşünen, uzun uzadıya tahlili, değerlendirmeyi, serinkanlılığı, temkini sevmeyen, bu gibi değerlere kâğıt üstünde değer versek de pratikte icabet etmeyen bir toplumuz. Televizyon tartışmalarının bu kadar seyirci celbetmesinin sırrını televizyon yöneticileri keşfedeli yıllar oldu: Biz kavga seviyor, münakaşa etmeye bayılıyoruz. Çoğumuz, gündemin başlıca meselelerine dair bilgiyi, tartışma, daha doğrusu kavga programlarının adrenalin yüklü atmosferine kendimizi kaptırarak dolaylı yoldan edinmeyi tercih ediyoruz. Kimin söylediğini bilmediğim ama bugüne kadar bu hükmü yanlışlayan hiçbir örneğe rastlamadığım, “Türk konuşmaya utanır da dövüşmeye utanmaz” sözü, anlatmaya çalıştığım olguyu kestirmeden niteliyor. Dolayısıyla siyasi partiler, seçmene aynı üslup ile hitab etmeyi daha ucuz ve etkili buluyorlar. Diyelim ki uzun uzadıya izahı gereken ve bunun için broşür, kitap, film, ses kaydı gibi yayınlar vasıtasıyla anlatılmasına ihtiyaç duyulan bir konu hakkında masrafa girmek, harcama yapmak, yayını dağıtmak gibi külfetlerin çoğunlukla işe yaramadığını yakinen biliyorum; bunun yerine liderlerin veya parti sözcülerinin kavga, polemik tansiyonu içinde basit misaller göstererek kurdukları cümlelerin maliyeti sıfıra yakındır.
Sayısı otuzu bile bulmayan teşkilat görevlileri hariç, kimse merak edip parti tüzüğünü, seçim bildirgelerini bile okumaz meselâ!
BÜTÇE HAKKI
Niçin böyle oluyor; çünkü devlette mevcut bulunduğunu varsaydığımız toplam iktidarın tamamını sivil güçlerin, parlamenter demokrasi yoluyla kontrol edebilme kavgası henüz sona ermedi. Siyasetin amacı iktidarsa, iktidarın mânâsı “Bütçe hakkı”na titizlikle sahip çıkmaktır. Bütçe hakkı, yasama uzvunun halk adına kamu gelirlerini toplayıp yine halk adına bu gelirleri harcama yetkisine verilen isim. Dar ve reel mânâda siyaset, ideolojik amaçları tahakkuk ettirmekten önce kamu bütçesinin kontrolüne ele geçirmek için yapılır. Siyaset, mevcut bütçenin nasıl kullanılacağı hakkındaki teknik detayları kapsar.
Bizde seçilmiş hükümetlerin bütçe hakkına sahip çıkması gerektiği yolunda bir siyaset bilimi retoriği henüz gelişmedi. Kamu bütçesinin tamamı hükümetin tasarrufu altında olmadığı için, (Hâlâ öyle: Hükümet, onca patırtıya ve kavgaya rağmen yeni Sayıştay Kanunu’nun Askerî denetim altında bulunan kamu mallarının denetimi ile ilgili taslağını TBMM genel kuruluna indirmedi meselâ!) son günlerde liberallerin hükümetle arasını bozan konulardan biri de budur. Liberaller, hükümeti, mesela bu konuda ordu ile gizli uzlaşma içinde olmakla suçluyorlar.
Hükümet ise bu konuda ketum davranıyor, niçin dersiniz?