Tuluât, bâtıl itikad, futbol ve siyasete dair
Maçın henüz oynanmadan kaybedildiği, karşılaşmanın sonunda tescillendi. Rakibin teknik direktörü, maç başlamadan önce kazanacak derecede zihni hazırlık yaptığını müsabakanın her ânında hissettirdi.
Ne şaşkınlık, ne zaaf, ne panik; faulleri bile soğukkanlı bir teknikle icrâ eden İngiliz hesâbiliği, Şenol Güneş'in âni ilhamlara, zuhurâta, tecellisi beklenen sevindirici tesâdüflere bel bağlayan vuzuhsuz oyun planını matlaştırdı. Futboldan ziyade bir judo müsabakası seyrettik âdeta: İngilizler, bizim enerjimizi kullanarak sonuca gittiler.
Şenol Güneş'in büyük taktisyen olmadığını bir kere daha gördük; o da, hepimiz gibi zuhurâta tâbi; "form" denilen şeyin biraz da "nasip, kısmet" gibi önceden hesab edilemez niteliği olduğuna inananlardan biri. Mantık örgüsünün genel karakterini ezberledik; "Bir plan yaptım, tutar inşallah". Maçı oynamadan kaybetmek denilen şey, bu değilse nedir?
İngiliz futbol takımını seyrederken, onların aslında mükemmel birer enstrüman, birer âlet olduklarını düşündüm; soyunma odasında kararlaştırılan melodiyi aslına sadâkatla icra eden bir orkestra. Teknik direktörün oyun aklını sahada icra eden, yürüten, eyleme geçiren bir profesyonellik. Bu, futboldan başka, onu aşan bir şeydi. Ezberledikleri her rolü sahnede mükemmel oynayan sanatçılar gibiydiler; dram, trajedi, vodvil veya melodram fark etmiyor. Tiyatro kültürleri âdetâ kusursuzdu ama içlerinde tulûatçı yoktu. Bizim oyun anlayışımız ise, yazılı oyun planından ziyade solo kabiliyet gösterileri üzerine bina edilmişti. Neticede sağlam text bilgisi, tulûatçıya ilham bulacak alan ve zaman bırakmadı. Bütün maçı nefes nefese, alelacele oynamak zorunda kaldık. Tarafsız ve heyecansız seyirciler ne hissettiler bilmem; ben burukluk duydum. Futbol oyununun zekâ ile, oyun disipliniyle, taktik düşünceyle bir ilgisi varsa, işin o tarafını İngiliz ekibi sahaya aksettirdi ve bu gösteriyi seyretmek tarafsız bir seyirci için şüphesiz zevkti.
Maçın sonlarına doğru hücum elemanlarının sayısını artırmak, günün futbolunda genellikle munkabızlık alâmeti sayılıyor; bu, çâre olmaktan ziyâde çâresizlikti ve rakip defanstan seken tesadüfi bir topun, bizim hücumculardan birinin önüne düşmesi hesabından öte hiçbir taktik derinlik taşımıyordu. Forveti dörtlediğimizde maçı zihnen bitirmiştik zaten. Çâre, oyunun gidişâtına hükmedecek erkân-ı harp sayısını artırmak veya yerinde değişikliklerle bu tip oyuncuların kalitesini yükseltmekti. Oturduğum yerde, "aman orta sahaya destek" diye kendi kendime sızlanıp dururken yönetici aklın İlhan'ı tercih ettiğini görünce oyun planımızın baştan sonra romantizm üzerine biçimlendirildiğini iyice anladım. Nitekim İlhan, oyunda kaldığı süre içinde doğru dürüst topla buluşamadan kayboldu gitti.
Maçtan sonra, "artık önümüzdeki baraj maçlarına bakacağız" lâflarını duyunca sinirimden gülmeye başladım. İnançlı olmak şüphesiz güzel ama inancı işe dönüştürecek zekâyı sergilemekte başarılı değiliz. Aynı savruk ve anafikirden mahrum taktik zihniyetle Türkiye, geriye kalan dokuz ekibin en zayıfıyla eşleşse bile galebeyi tesadüflere terk edecek demektir. İngiltere maçını oynamadan kaybetmiştik; aynı zihniyet bizi baraj maçlarında da acı çektirecektir.
"Dere geçerken at değiştirilmez" derler; yedekte at varsa değiştirmek gereken bir demdeyiz. Galatasaray, istikrar ve süreklilik adına aynı düşünceye mıhlandığı için bir türlü toparlanamıyor. Başarı bir itikad meselesi olarak algılanabilir ama biz nedense onu bir "bâtıl itikad" haline dönüştürmeyi tercih ediyoruz. Stratejik ve taktik düşüncede değişimin elzemliğini kendimce tartışma harici görüyorum.
Aynı tenkid açısı, dün kapalı spor salonlarında yapılan ve nasıl neticelendiğini şu an itibariyle bilmediğim siyaset maçlarının sonuçları için de geçerlidir.